Muzisyen, besteci, Turk muzigi ve folkloru uzmani ****************************************************************************** TURKIYE'DE YAYINLANMIS YAZILARI: Bu sayfada Latif Bolat'in Turkiyede yayinlanan cesitli gazete ve dergilerde yazmis oldugu bazi makalelere de yer verecegiz. Bu yazilar Turkiyenin kultur, dusunce ve muzik hayatina dair gozlemler ve oneriler sunacaktir ve tartismaya aciktir. Lutfen dusuncelerinizi Lbolat@aol.com adresine gonderiniz. ***************************************************************** AKTUEL DERGISI ICIN BIROL BICER'IN LATIF BOLAT'LA ROPORTAJI: BIROL BIÇER / birol.bicer@aktuel.com.tr PROLETER DEVRIMCI GENÇLIK'TEN GEZGIN HALK OZANLIGINA BIR HAYAT Çagdas Küresel Gezgin Bir Halk Ozani: Latif Bolat Eski gezgin dervisler, halk ozanlari kalmadi diyorsaniz iste size bir tanesi. Üstelik o küresel çapta bir gezgin halk ozani. 80 öncesi sol hareketlerde yer alan, Amerika'ya gittikten sonra ise sazini alip yollara düsen Latif Bolat 28 yildir tüm dünyayi karis karis dolasiyor. Anadolu dervis ve ozanlarinin deyislerini her gün gezegenin bir baska kösesine tasiyor. Latif Bolat'in hikayesi dünyanin bir ucuna gitse, dünyanin dört bucagini dolassa da hatta ne kadar uluslararasi evrensel görüsler benimsese de insanin kendi topragindan, içinde yetistirdigi degerler ve kültürden hatta mana atmosferinden kaçamayacaginin da öyküsü adeta. Ülkemizde yeteri kadar taninmayan ama Amerika'da en bilinen Türk sanatçi olan, elinde sazi Hindistan'dan Jamaika'ya dünyayi adim adim dolasan Latif Bolat'i tanimlamak kolay degil. Hem Türk hem dünyali, hem yerel hem uluslararasi, bir yandan akilci öte yandan sezgicilerin yolunun izini süren, yola beraber çiktigi arkadaslari çok farkli politik kamplara yönelirken o hala iflah olmaz bir devrimci olarak kalabilen bir adam… Ama ayni zamanda Nesimilerin, Niyazi Misrilerin, Yunus Emrelerin yolunda yürüyen bir seyyah, bir ozan… Opera sanatçisi olarak egitilmis, müzik ögretmeni olmus, piyano egitimi almis ama sonunda kader onu saza yönlendirmis. Bir yanda hem dine mesafeli hem de Yunuslarin dile getirdigi Hak askini dünyada seslendiren çagdas gezginci bir dervis olabilmeyi sahsinda birlestirebilmis bir insan. Belki kisaca onu zitlarin birliginin özgün bir örnegi olarak da tanimlamak mümkün... Devrimci-Gezgin-Dervis-Ozan Tüm dünyada mistik müzik faaliyetlerine katilmak için gezegeni karis karis dolasan, çogu zaman bir yerde iki gece üst üste yatmayan bir müzisyen olan Latif Bolat aslinda 28 yil önce Amerika'ya okumak üzere gitmis. Gidis o gidis. Bilgisayar programcisi olup Amerika'da çalistigi ilk isinden çikarilinca, hayatina yeni bir yön vermek istemis ve eline sazini aldigi gibi önce kasaba kasaba Amerika olmak üzere gezgin bir dervis gibi dolasmaya baslamis. Günlerce çöl yollarini katederek kah üniversitelerde ders vermis, kah panellerde insanlara kendi topraginin müzigini ve tasavvuf felsefesini anlatmaya baslamis, kah da küçüklü büyüklü gruplara topraginin türkülerini, ilahilerini, nefeslerini, deyis ve doguslarini okuyarak baska inançlarin, felsefelerin, mistik deneyim ve yollarin oldugunu göstermeye çalismis karinca kararinca. Gezdikçe görmüs, gördükçe yeni deneyimler, dostluklar edinmis. 30 yil dur durak demeden oradan oraya dolasmis dolasmasina ama vataniyla ve asliyla bagini da bir an olsun koparmamis, kaybetmemis. Firsat buldukça memleketi Mersin'e annesinin ve yakinlarinin yanina gelmis, çocuklugunun yaylalarini tekrar tekrar yasamis, Haci Bektaslari, Tapduk Emreleri ve daha nicelerini ziyaret ederek her seferinde yeniden solumus içine dogdugu atmosferi. Tüm bunlarin bilesiminden ortaya 80 öncesinde oldugu devrimci solcu genci de içinde barindiran ama ona bambaska yollarin derinligini de katan bugünkü Latif Bolat çikmis ortaya. Steven Spielberg'in “ Genç Indiana Jones” TV dizisinde eserleri film müzigi olunca ülkemizde de adi duyulan Latif Bolat'la, bir türlü bitmeyen gezginligi onu Hindistan'a uçurmak üzereyken ugradigi ülkesine gelince karsilasmak ve tanimak imkanimiz oldu. 3 aylik gezici bir festival olan Ruhaniyat Tum Hindistan Sufi ve Mistik Muzik Festivali'ne katilmak üzere Bombay daglarindaki Pune sehrine giderken bulduk Bolat'i. Küresel gezgin dervis Latif Bolat'in yolculugu Hindistan'in Bombay daglarindaki Pune sehrinde baslayacak ve 3 ay boyunca sürecek. Bolat bu festival kapsaminda verecegi konser ve konferanslarla Bilge Osho'nun tapinagi da dahil pek çok gurunun tapinaklarinin bulundugu bölgeden sonra Madras sehri, dünyadaki en eski komünal topluma ev sahipligi yapmis olan ruhani-sosyalist-ateist bir kasaba olan Auroville, Madrasa ve Pondicherry sehirlerinde icra-i sanat edecek. Iste kendine has çagdas gezginci bir dervis ozanin Türkiye'nin kültürel ve politik gerçekleriyle de yönlenen hayati. Devrimci “yol eri” 1955 yilinda Mersin'in Erdemli civarinda yayla köylerinden birinde Yörük asilli bir ailenin çocugu olarak dünyaya gelir. Kendini bildi bileli her yaz Toros daglarina 4 ayligina yaylaya göç ederler. Bu yayla göçleri kisiliginin olusumunun da anahtarlarindan biri olur. Doga ile her sene iç içe olmak, 50 sene öncesinin Anadolu köy hayatini birinci elden tatmak, daglarda bayirlarda çocuklugunu geçirmek onun gelecegine de ilk mayayi çalar. Dogaya asik, ayni yerde iki gün kalamayan, kalsa ayagi kasinmaya baslayan, her gün yeni bir yerde uyanma istegiyle dolu Latif Bolat'in mayasi böyle bir atmosferde çalinir. 30 yil boyunca dünyayi serbestçe dolasmasinin da müziginin de temeli böyle atilir. Gençlik döneminin akimlarina uyarak halkçi ve ezilenlerden yana görüsler edinmesine de Yörük adetlerinin baskin oldugu halk kültürünün ortasina böylece dogmus olmasi yol açar. O yillarin bir liman kenti olan Mersin'in çok kültürlü ve çok dinli bir yapida ama demokratik ve ilerici olusu da onu sekillendiren unsurlardan olur. Böyle bir ortamda herkes gibi büyüyen Latif Bolat, 1968'in ögrenci hareketleri rüzgarindan etkilenerek zamanin gençlerinin çogu gibi dünya ve memleket meselelerine, sistem açmazlarina kafa yormaya baslar. Kafa yordukça toplumcu görüslere, Lenin ve Stalin'in fikirlerine gönül vermeye baslar. Kendisi gibi bilgiye susamis gençlerle Mersin'in 40 dereceleri asan nemli sicaginda parklarda agaç gölgelerinde topluca kitap okuyup tartismalara katildikça is sadece gönül vermenin ötesine geçer. O da arkadaslari gibi “insanimizin daha güzel bir hayata layik oldugunu” düsünüp bunu elde etmenin yollarina yormaya baslar genç kafasini. Çogu genellikle fakir siniflardan geldikleri için sinif temeline dayali bir “ilericilik” ve sosyal adalet anlayisi diger gençler gibi ona daha makul gelir. “Bu fani dünyada onlarin neden fakir kaldigini ve çok küçük bir azinligin neden varlikli oldugunu” sorgulayinca o da çogu gibi sosyalist fikirlere yönelir. Sosyalist doktrinle tanisinca da adeta “su gibi içer” bu fikirleri. Onyedi yasinda pek çok arkadasi gibi Lenin'in fikirlerini, “Ne yapmali” ya da “Emperyalizm” gibi kitaplarini cümle cümle tartismaya baslar. O günlerin memleketi kurtarma pesindeki 17-18'lik gençlerini “muazzam” olarak degerlendirir hala. Ne de olsa “Cep telefonlarinin, i-Pad'lerin, aptal televizyon dizilerinin gençligi zehirlemedigi o eski zamanlarda mahalle delikanlilari Lenin'den, Stalin'den sözlerle tartismaktadirlar aralarinda”. Temelde hepsinin tek amaci bulunmaktadir: “Bu güzel halkin daha fazla ezilmemesi ve sömürülmemesi”. Fikirler ve niyetler bu noktada kesisince o da çoklari gibi mahallesindeki ya da okulundaki örgütlenmelere katilir. O ideolojik örgütlenmeleri atalarindan gelen “yol eri olmak” ifadesinin bir yansimasi olarak degerlendirir. Devrimci gençlik günleri Ancak 70'li yillara girilmesiyle beraber bu olusumlar fikir çizgisinden çikarak siddet çizgisine dogru da kaymaktadir. Genç Latif Bolat'in kismeti vardir ve içine katildigi ideolojik yapilanma bunlardan uzak durmayi, fikri kaliteye ve çalismaya önem vermektedir. O bulundugu çevrede öldürmeye degil fikri derinlige önem vermeyi ögrenir. Ona göre kendi çizgileri “Türk Milleti'nin hümanizminin politik yansimasi” gibi bir seydir. Dünyadaki 1968 ögrenci hareketlerinin ucu Türkiye'ye de degince genis bir kültürel ve aksiyon ortami olusur. Fikir kulüplerinin yani sira Dev Genç gibi sol egilimli örgütlerin tiyatrodan müzige hatta karate judo kurslarina kadar devrimcilik paket bir program halinde her yanda örgütlenmeye baslar. Isin içinde afis asmaktan kavgaya silahli çatismaya kadar yok yoktur. Devrime fikri hazirlik kadar pratik hazirliklar da hiz kazanmaya baslar. Bu dönem henüz kendi dünyalarindan baska bir seyle tanismamis pek çok gencin ideolojik fikirlerle tanistigi ve dünyayi degistirmek üzere devrimci fikirlere heveslendigi bir ortami da tesvik eder. Liseli bir ögrenciyken o günlerin getirdigi ivmeye de kapilarak bir yanda Nazim Hikmet'in, Hasan Hüseyin'in siirleri öte yanda etrafta giderek çogalmaya baslayan devrimci sol görüsler ve kitaplarla tanisir Latif Bolat. 70'lerin baslarinda Ankara'da Gazi Egitim Fakültesi'ne baslayinca bu ivme baska bir hiz kazanir. Hizla kendisini Dogu Perinçek'in basini çektigi TIKP ve Proleter Devrimci Aydinlik çevresi içinde bulur. Oral Çalislar, Sahin Alpay, Cengiz Çandar, Hadi Uluengin, Alev Er, Alper Görmüs, Halil Berktay gibi dönemin aktivist delikanlilarinin yetistigi bu çevreler kavga, dövüs ve eylemden ziyade fikir kalitesine önem vermektedir. Bos meselelerle ugrasmanin, fuzuli seyleri konusmanin ayip sayildigi, içinde barinabilmek için teorik bir bilgi birikiminin gerektigi bir ortamdir bu ayni zamanda. Ardindan Aydinlik gazetesi için de çalismaya baslar. Herkesin büyük özveriyle insanliga ve halka, memlekete bir seyler vermek için fedakarlikla çalistigi o dönemde o da fedakarca çalisir, hatta bu yüzen verem bile olur. O yillarda bu isimlerin önde bulundugu gençlik çevresiyle Izmit'teki Amerikan Üssüne, Incirlik Üssüne karsi yürüyüslere katilanlar arasinda o da bulunur. Lenin ve Stalin kadar bir sair ve felsefeci de olan Mao'dan da etkilenir. Bu etkilenme Orta Asya Çin kültürüyle beraber Orta Asya Türk kültürüne olan ilgisini de gelistirir. Papaz okulunda okuyarak devrimci olan Stalin'in kendisini toplumsal davaya adayisi ama bunun yaninda her ne kadar materyalist olsalar da kendi çapinda mistik yönleri bulundugunu fark ettigi bu liderlerin hayatlarindan yoldaslari gibi o da pek etkilenir. O insanlarin boylarindan büyük mücadelelere kelle koltukta gidisini dini boyutun disinda insani ve toplumsal boyutlu bir mistisizm olarak görür. Devrimci aski romana konu oldu O zamanin solunun fikri degerlere önem veren, siddete prim vermeyen bir ortamina dahil oldugu için sanslidir. Yine de kursunlarla ve çatismalarla tanismasi kaçinilmazdir. 80 öncesi ögrencilik yillarinda okudugu Gazi Egitim ülkücülerin eline geçer. Solcu ögrenciler okulu onlarin eline birakmamak için toplanirlar. 1500 kisiyle basladiklari yürüyüsler yapip okula yürürler. Her seferinde polisten dayak yerler, diger gruplarin da silahli atesine maruz kalirlar. 2 ay süren bu yürüyüslerin sonunda 1500 kisilik grup 50 kisiye kadar iner. Artik son gidislerinde kabadayiligi ellerinden birakmayan bir kaç kisi öyle bir kursun yagmuruna tutulurlar ki, kaçarak zor kurtulurlar. O, kursun yagmurunda yaralanan bir genci taksiyle hastaneye götürür. Gencin arkadan yedigi kursunun karnini delip önden çiktigini ancak takside fark eder. Hastaneye teslim ettigi tanimadigi o gencin hayatta kalip kalmadigini bugün hala merak eder durur. Birkaç sene sonra fakülte biter bitmesine ama sartlar onu basta hiç düsünmedigi bir ise yönlendirir. Lise müzik ögretmeni olur. Nusaybin Lisesinde sadece müzik ögretmenligine atanir. Bu isi yalnizca bir ay sürer çünkü 1979'da o dönemler yeni yeni sesini duyurmaya baslayan bölücü terörün ilk saldirilarindan birine ugrama “serefine” nail olacaktir. Saldiridan sonra Ankara'ya döner ve Mülkiye'de okumaya baslar. Bu arada Ankara Halk Tiyatrosu'nda üç yil çalisacagi bir döneme de girer. Erkan Yücel yönetmenliginde burada yirmiye yakin eser sahnelerler. Kisin Ankara'da, bahar aylarinda ise Maras'in, Izmir'in köylerinde traktör römorklari üzerinde sergilemeye baslarlar oyunlarini. Televizyonun henüz girmedigi köylerde tiyatro oynamanin mutlulugunu yasar. Ancak bu heyecani her alanda yasamayacaktir. O devrimcilik yillarinda basina bir de ask gelir. Eline kadin eli degmeden genç yasinda Anadolu'dan Ankara'ya gelen Bolat, Ankarali militan bir kizla yakinlasir. Devrimcilik bilinci açisindan beslendigi bu arkadasi ilerleyen dönemlerde polisten kaçar, hapse girer çikar ve ardindan çogu gibi o dönemin travmasini yasar. Girdigi bunalimlar sonucu intihar eden arkadasi Nevin'le hikayesi yillar sonra Inci Aral'in bir romanina da konu olacaktir. Inci Aral “Sarkini Söyledigin Zaman” romaninin kahramanlari arasina onlari da katar. Bolat, Aral'in bu romaninda Cihan isimli kahramanin ta kendisidir. Romanin kadin kahramani ise Bolat'in Gazi Egitim Fakültesi'nden aralarinda sevgi iliskisi olan bu arkadasidir. Ama yasadiklari sadece sevgiden ibaret degildir. Gerçek insanlarin anlatildigi romanin geçtigi dönemde pek çogu arkadaslari ya da yoldaslari olan binlerce gencin iskencelerle, ezilmelerle tarihin karanliklarina gömülüsünün de hikayesi vardir fonda. Piyanodan saza yönelis 70'li yillarda sosyal amaçli olarak basladigi tiyatro çalismalariyla müzige de yönelir. Bu yönelimin ona ileri de Amerika'nin 50 eyaletinde ve tüm dünyada binlerce konser ve konferanslar olarak dönecegini henüz bilmemektedir. Birkaç kisilik köy odalarindan Carnegie Hall'e kadar sayisiz yerde verecegi konserlerin ilk nüveleri bu sekilde atilir. Ama halk müzigi ile ilk tanismasi pek çogumuz gibi radyolar sayesinde çok daha önce olur. Ankara Devlet Konservatuari ve Gazi Egitim müzik bölümüne baslar. Ancak burada müzige baslangici ilk piyano ve ses egitimiyle yapar. Bugün elinde saziyla diyar diyar dolasan adam olmanin ilk adimini opera sarkicisi olarak egitilerek atar. Ama kader onu lise müzik ögretmenligine sürükler. Ilk görev yaptigi yer olan Mardin'de piyano bile göremeyecektir. Ama bu sayededir ki hayatina o günden itibaren eslik edecek olan sazla tanisacaktir. Bu sayede piyanoya niyetlenmisken bulamayinca, Köy Enstitüsü mezunu olan amcasinin o daha çocukken duvardan indirip çaldigi sazi bu defa kendisi eline alacak ve bir daha da asla birakmayacaktir. Sazla beraber asiklik gelenegine olan hayranligi da baslar. Hal böyle olunca tasavvufa da yakinlasmasi mukadder olacaktir. Halk ozanlarinin deyislerine yöneldikçe tasavvufun Anadolu halkinin yasaminin en derinlerdeki özü oldugu gerçegiyle o da tanismakta geç kalmaz. Ama bu ilginin resmi ve daha ciddi olarak sufi kültürüne ve müzigine dönüsmesi için biraz zaman daha gerekecek ve bunun için 1980'lerin ortalarina dogru Kaliforniya yollarini tutmasi gerekecektir. 1970'lerde öldürülen Ümit Kaftancioglu'nun Köroglu hikayeleri, Asik Veysel, Asik Ali Izzet, Murat Çobanoglu gibi binlerce yilin hikayelerini ve türkülerini günümüze tasiyan ozanlar sayesinde kendi kültürünün müzigi ve deyisleri kafasinda ilk yerleri edinmeye baslar. Yine radyoda Yurttan Sesler Korosu ile Pir Sultan Abdal, Yunus Emre, Dertli, Daimi, Dadaloglu, Karacaoglan'in mirasi ile tanisir kendi kusagi ile ayni zamanda. O dönemin sagcisi da solcusu da Anadolu geleneginden gelmektedir, o kültüre asinadir. Ama aralarinda yorum farki bulunmaktadir. Onun Anadolu sufi gelenegi ve halk asiklarina uyanmaya baslayan ilgisine içinde bulundugu sol cenahtan tepki gelmese de bir parça yadirgandigini da hisseder. Ancak 70'li yillarin anarsi ortaminda sokaklar kan gölüne dönmüsken kimse kolay kolay bu kültür meselelerine yeteri kadar önem verememektedir. Halk asiklarindaki sosyalist damar Böylelikle fikir dünyasini sarmaya baslayan halkçi sosyalist görüslerle geleneksel Türk kültürü ve ruhaniyatini harmanlama dönemi baslar. Bunlarin birbirleriyle çelisen iki ayri sey oldugu düsüncesiyle yetismis olmasina karsin hayat tecrübesiyle aslinda hümanist ve evrenselci felsefenin, geleneksel Türk sufi felsefesinin de aslinda halkçi ve sosyalist damarlari oldugunu görür. O günlerden bugüne yaptigi çalismalar ve deneyimleri bu yaklasimini giderek pekistirir. Bir tarihselci olarak dogruladigini düsündügü bu yaklasimiyla Yunus Emre ile Mustafa Suphi'yi, Edip Harabi ile Sefik Hüsnü'yü felsefi anlamda bir araya getirir. Açikçasi Anadolu sufi geleneginde batini bir yönden çok hak ve toplum ugruna mücadeleyi önceleyen, sosyalizme yakin bir damar görür. Tüm bunlar onun sosyalist görüsleriyle büyük bir uyum içindedir. Aradan geçen bunca yildan sonra bu görüslerinde en ufak bir sapma yasamaz ve 1969'da neyse bugün de asagi yukari ayni çizgide devam eder. Sufi kültürüyle tanismasi onda fikri bir kirilma dogurmaz. Tam tersine bu kültürün mücadeleci ve sosyal yönünün asil yönü oldugunu düsünmeye baslar. Sufi ozanlarin deyislerini okudukça Pir Sultan Abdal, Edip Harabi, Niyazi Misri gibi sufilerin dönemlerinin düzenlerine sözlerini sakinmadan ciddi elestiriler getirip, sosyal adalet için, halkin hayatinin düzelmesi için kiyasiya bir mücadele içine girdiklerini, bedel ödediklerini görür. Onlarin asil mistik yönlerinin dindar taraflarinin degil bu mücadeleci yönlerinin oldugunun farkina varir. Onlarin bu yönlerinin asil öne çikarilmasi gerektigini düsünür. Amerika'da halk ozanligi 1984'te kazandigi devlet bursuyla isletme yükse lisansi yapmak üzere ABD'ye gider ve bitirdikten sonra orada bilgisayar uzmani olarak çalismaya baslar. Amerika'ya gider gitmesine ancak hiçbir zaman Türkiye'deki çevresiyle ideolojik bagini koparmaz. Orada da Aydinlik dergisinin temsilciligini yapar, haberler yazilar gönderir. Amerika'da aslinda Üniversiteye baslamasinin üçüncü günü müzige de baslar. Ögrencilerin organize ettigi bir partide piyano ile çiftetelli çaldigi sirada tanistigi Amerikali bir müzisyenle ahbap olarak 6 kisilik bir müzik grubu kurarlar. Okuldan sonra 5 sene bilgisayar mühendisligi yapar ancak bu isin ona göre olmadigini anlar. Ilk isinden çikarildiktan sonra hayatinda büyük bir dönüsüm yapmaya ve kendi istedigi gibi yapip yasamaya karar verir. Bunun yolu ise sazdan geçmektedir. Bu siralar Kaliforniya'da otoyolda seyahat ederken Sabri Brothers'in Pakistan sufi müzigi olan Kavalli'lerini dinlerken adeta ruhani bir uyanma yasar. Herkesin hayatinda dönem dönem gerçeklesen kirilma noktasi onun hayatinda araba kullanirken dinledigi bir tek kasetle olur. Sözlerini anlamasa da sufi Kavalli müzigini dinlerken o müzigin barindirdigi gücü de farkeder. Bu gücün etkisiyle ister istemez yolun kenarina park eder ve 15 dakikalik Pakistan sarkisini iki saat boyunca tekrar tekrar dinlemekten kendini alamaz. Bu uyanis ona yepyeni bir hayatin ve dünyanin kapilarini açacaktir. Bunu takip eden süreçte tasavvufu daha derinden okumaya baslar. Bu okumalarla beraber tasavvufun sadece bir felsefeler yigini olmayip dünyaya bakis penceresi oldugunu görür. Bundan anladigi evrensel karakteri olan, sinirlar ve dinler ötesi bir gelenektir. Tasavvufu ögrendikçe ta ilk günlerinden itibaren bir sosyal akim olarak basladigini görür. Kendi dünya görüsünün de perspektifinde Islam tasavvufunun daha Islam'in ilk dönemlerinde ortaya çikan problemlere ve toplumsal sartlara tepki olarak halkin en tabanindan dogdugunu görür. Rabia't-ül Adeviyye'den , Hasan Basri'den, Hallac-i Mansur'dan, Yunus'tan, Niyazi Misri'den, Edip Harabi'ye dek pek çok tasavvuf erbabi ve ozanin hayatlarinda da bunlari gördükçe bu yaklasim artik onun bakis açisini olusturmaya baslar. Onlari hayat hikayeleri ve cesaretleri, toplumsal alanda hak için verdikleri mücadeleden etkilenmemesi mümkün degildir. Ama tasavvufun onu en cezbeden tarafi felsefeyi bireycilikten çikarip toplumcu bir seviyeye getirmesi ve sosyal adalete verdigi deger olur. Böyle böyle Seyfullah Nizamoglu, Edip Harabi, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan, Sah Hatayi gibi dervis ozanlari okudukça Türk tasavvufunun deryalar gibi varligiyla karsilasir. Bu karsilasmayla beraber onlarin sadece tekkelerinde oturan ve öteki tarafa gitmeyi bekleyen kimselerden ibaret olmadiklarini da görür. Baska seyler de görür tasavvufun sosyal boyutunda: “Yunusun dedigi gibi burasidir onlarin cennet ve cehennemleri ve bunun yaratilmasi için daglara düserler, yollara dökülürler. Pir Sultan veya Sah Hatayi gibi ordulari olur bazen, Yunus Emre gibi yalniz savasçidirlar çogu zaman. Bu sosyal kavgada baslarini kaybederler oldukça siklikla, Mansur olur asilirlar, Nesimi olur derileri yüzülür, Niyazi olur zehirlenirler kalebentlikte”. Halk asiklarinin deyisleriyle dünya turu Tasavvufu böyle görünce Alaska'da ya da Havai'de nerde olursa olsun müzigini yaparken Yunus'un, Niyazi'nin ellerini her daim omzunda hissetmeye baslar. Bu sekilde bir yandan eskilerin halk ve sufi ozanlarinin deyislerinden beslenirken bir yandan da onlarin deyislerini besteleyerek 30 sene sürecek olan bir gezginci dervislik macerasidir baslar. Halk müzigimizi ve ozanlarimizin deyislerini Amerika'nin her yerine ulastirir. Ama bununla da kalmaz. Kanada, Ingiltere, Hindistan, Isveç, Endonezya, Singapur, Filipinler, Bulgaristan, Makedonya, Irlanda, Romanya gibi yirmiyi askin ülkeyi daha bu seyahatinin duraklari yapar. Hindistan'in köylerindeki insanlarin Yunus Emre'nin siirlerini kolaylikla anladigina, Endonezya'nin kirsal kasabalarinda insanlarin bu kültüre nasil saygiyla yaklastiklarina, ABD'nin Incil kusagi olan tutucu Teksas'ta bile insanlarin tasavvufun evrensel degerlerini kolaylikla kabullenisine sahit olur. Anadolu halkinin bagrinda mayalanan tasavvufun ne kadar evrensel bir kapsayiciligi oldugunu belki de “evrendeki en mistik akim” olduguna kanaat getirir. Böylelikle bin yildan fazla bir sure kültür emekçiligi yaptiklarini düsündügü halk ozanlarindan biri de kendisi olur. Kendini bu payeye layik bulmasa da onlarin bir çesit devami olur. Üstelik küresel anlamda gezgin bir dervis halk ozani… Bu dönemde Amerika'daki Mevleviler onunla temas kurar ve onlarin mutrib heyetine katilir ve onbes kisilik müzik gruplarini yönetir. Mevlevi ayinlerinde çalip söylemeye baslar. “Islam benim kültürel geçmisim” diyen bir materyalist “Ben insana inaniyorum” diyerek inancini özetleyen Latif Bolat dinle arasi pek de iyi olmayan bir fikri görüse mensup olsa da “Islam benim kültürel geçmisim” diyecek kadar sahip çikar bu gelenege. 27 yil oturdugu Amerika'da sahsi bir inanç engeli bulunmasa da “Islam'in bir kültür olarak bizim genimize isledigi için” bir kez olsun domuz eti yemez örnegin. Kendisini her zaman bir sosyalist olarak görür ancak sosyalizmin ruhaniyat konusunda zayif kaldigini itiraf eder. Halk ozanlari ve tasavvuf ehlinin deyislerini dünyanin dört bucaginda seslendirdigi bu sure içerisinde Amerika'da dört album ve bir de Türk mistik siirleri antolojisi yayimlamayi ihmal etmez. Dünyanin en ücra köselerinde halk asiklarinin deyislerini çalip söylerken Yunus Emre'nin elini sirtinda hep hisseder ve “Oglum yola devam et” deyisini duyar. Bu en büyük motivasyonu olur. Bu yüzden bu isi sadece müzik için yapmaz. Kendisinden çok daha iyi tasavvuf müzigi yapanlarin oldugunu bilir ama onun farki yillar yili gezgin bir dervis gibi il il dolasip yaptigi isle tatmin olabilecek çilginliga sahip olmasidir. Bu sayede halk asiklarinin evrensel mesajlarini dünyanin dört bir bucagina kendi çapinda ulsatirirken bir yandan da Honolulu'dan Endonezya'ya kadar derinligi olan dostluklar kurar. ABD basta olmak üzere pek çok yerde taninan bir mistik müzisyen olurken, ülkesi Türkiye'ye de adi genis anlamda ancak eserleri Steven Spielberg'in meshur filmi “Young Indiana Jones”un müzikleri arasina katilinca duyulur. Amerikan PBS televizyonu için çekilen “Muhammed: Bir Peygamberin Efsanesi” adli belgesele yazdigi müziklerle popülerligi daha bir artar. Ancak stüdyoda müzik üretmenin onun için olmadigini çabuk anlar. O yollarda olmali, köy olsun kasaba olsun insanlarla iç içe olmalidir. Onlara hikayeler anlatmali, memleket haberleri vermeli, okudugu deyisleri kimler nasil yazmis, hikayelerinden amaçlarindan bahsetmelidir. Tabii bu arada bol bol “düzen elestirileri“ne de yer vermelidir. Kisaca geleneksel asiklarimizin asirlar boyunca yaptigini yapmali, diyar diyar dolasarak ata yadigari bir kültürü ve onun müzigini insanlara ulastirmalidir. Latif Bolat bugün Hindistan yolunda, yarin ve diger günler baska diyarlarin yollarinda olacak. Ama ömür elverdikçe bir ayagi baba ocagi Mersin'de diger ayagi bir pergel gibi her gün baska bir yerinde olmaya devam edecek. ************************************************************ DOGU'NUN YILDIZLARI TÜRKIYE'YI NEDEN AYDINLATAMIYOR? Elli Yillik Baticiligin Vardigi Yer Latif Bolat Asagida bir liste var, dün Shajarian dinlerken çalakalem olusturuverdim. Geçen 35 senelik sanat hayatimda cok yakindan takip ettigim konser dünyasindan gelip geçen bazi isimlerden olusuyor bu liste. Ama bir bakima tersine bir liste bu, yani Turkiyeye konsere gelmemis olanlar bulistedeki çok ünlü müzisyenler. Hepsi de dünyanin enünlüu konser salonlarinda binlerce seyirciye unutulmaz muzik ziyafetleri sundular. Sadece bizim salonlarimiz onlarin yüzlerini dahi görmediler. Kimler mi bunlar. Listeye bir bakip, biraz cografya dersi yapalim hep birlikteçünkü siikayetimiz dogrudan cografya ile ilgili: DÜNYA MÜZIK DEVLERININ UZAYAN LISTESI Ravi Shankar, dünyanin en ünlü sitar sanatçisi, Hindistan'dan, 80 yasinin üstünde simdilerde. Sabah Fakhri, Arap dünyasinin en ünlü erkek seslerinden, Suriye'li, Halepten, 80'ine merdiven dayamis. Hiç durmadan 14 saat sahnede kalip sarki söylemesi ile ünlü. ÜmmÜ Gülsüm, Misirin unutulmaz kadin sesi, Cemal Abdulnasir ve Arap ulusalciliginin simgesi, 1970'lerde öldü. Muhammed Reza Shajarian,IIran vocal müziginin son 50 yilinin yildizi , hala Tahranda ve sag. M.S Subulakshmi, Hindistanin Madras sehrinden, Karnatik sarkilarin en iyi kadin yorumcusu. Warda, Cezayirli ünlü kadin sarkici, hala sag. Sabri Brothers, unutulmaz Qavvali grup, Pakistanin ulusal kültü elçileri, öldüler. Feyruz, Lübnan'in en ünlü, unutulmaz kadin sesi, Shruti Shadolikar, Guney Hindistann Karnatik sarki söyleme geleneginin günümüz temsilcisi, Wadi El Safi, Lübnan ve Arap dünyasinin en ünlü erkek solistlerinden. Ve daha yüzlercesi. Dikkat ederseniz tüm bu isimler Türkiyemizin Dogusundaki ülkeler, cografi veya kültürel olarak . Yani kapi komsularimizdan. Saka yollu bir benzetmeyle söylersek, davet etsek belki yürüyerek sinirimizdan geçip memleketimize gelebilecek derecede yakinlarimizdan. Mesela Sabah Fakhri'ye sabah telefon etseniz ögleden sonra yürüyerek Suriye sinirindaki Cilvegözü kapisindan Türkiyemize gelebilecek derece dibimizden. VAR MI BU ISIMLERI GÖREN, DUYAN TÜRK MEDYASINDA? Ama ne hikmetse, elli senedir hiçbir konser organizasyonun, hiçbir konser salonunun, hiçbir Kültür Bakaninin, ve hiçbir Festival sponsoru bankanin dikkatini çekmemis bu dunyaca ünlü Dogulu müzik insanlari. Ben Sabah Fakhri'nin Las Vegas konserini 500 dolar bilet alip izleyen 5000 müzikseverin içinde bulunma talihine kavusmustum on sene once. Yine Sabri Brothers'i Kaliforniyada bir Pakistan klübünde izleme serefine nail olmustum. Iranin milli sesi Shajarian'a San Diego konseri sonrasinda Türkiyeye neden gelmedigini sordugumda bu unutulmaz sarkici, daha önceki hafta Konyada Mevlana'nin türbesini ziyaret ettigini ama konser için kimsenin davet etmedigini, dolayisi ile sadece turist olarak gelip gittigini belirtmisti gülümseyerek. ILAÇ IÇIN BIR FESTIVALDE DUYSAK YA! Istanbulda, her yaz geldiginde yüzlerce konser yapilir, onlarca Festival olur falan bankanin sponsorlugunda filan bankanin destegiyle. Ama bu yüzlerce salonun, yüzlerce konser organizatörünün haritasinda Dogu müzigi ve müzisyenleri yer almaz. Çünkü varsa yoksa Batidir, yüzümüz ve Kabemiz Batidir hep. Los Angeles'in besinci sinif caz müzisyenleri, sekizinci sinif blues gitaristleri, kendi ülkelerinde artik kimselerin dinlemedigi Italyan yildizlari gelir Cemal Resit Rey'e, Cemil Topuzlu'ya da, bu asirlik çinar agaçlari gibi duran Dogu müziginin en meshur yildizlarinin isimlerini göremeyiz Turkiyemizin salonlarinda, gazetelerinde, sanat dergilerinde. Sanki onlar yokturlar, Doguludurlar ya var sayilmazlar bir türlü. Iste budur yüzünü Batiya dönüp, arkandaki komsuyu, tarihi baglarinin oldugu kadim dostlarini unutmus olmak. Bati'nin en kötü bir taklidi olmayi, Dogunun yildizi olmaya tercih etmenin sonucudur bu. Ve sadece sanatta, kültürde ve müzikte degildir bu son derece affedilmez aymazlik maalesef. Politikada da, sosyal hayatta da ve hatta ekonomide de ayni hata yapilir her iktidarda son 50 senede. GELDIGIN YERI UNUTMA SAKIN! Türkiyemizde kaç TV kanalinda, kaç radyoda bu yukardaki listede olan veya olmayan müzisyenlerin eserlerini görürsünüz? Cevabiniz hiç olmalidir çünkü öyledir. Biz Doguya tenezzül etmeyen bir kültürel egilimin ve gelenegin içinde yetistirildik maalesef kaç nesiller boyu. Hatta öyle ki Türk milli futbol takimi en kötüsünden bir Avrupa takimini kazara yendiginde bayram yapan biz, neden oluyor da Hint milli takimi veya Iran milli takimi ile hiçbir futbol karsilasmasi yapmadigimizi bile merak etmeyiz. Çünkü Dogu'yu inkar ve ihmal etmek, küçümsemek bizim hücrelerimize isletilmistir hep birlikte. Zamanidir artik Dogulu kimligimizin farkina varip, yüzümüzü Doguya dönmenin ve Doguya ait köklerimize saygi göstermenin. Konser salonlarimizda Lubnanli Feyruz'un kadife sesini, Suriyeli Sabah Fakhri'nin bitmek bilmez enerjisini, Sabri Brothers türünden Pakistan Sufilerinin müthis ritimlerini duymanin zamani çoktan gelmistir. Bu listedeki müzisyenlerin bazilarini Türk insani hiç duyamayacak artik. Çünkü elli yillik Batici aymazlik yüzünden onlari sagken yakalayamadik maalesef. Mesela Sabri Brothers, Ümmü Gülsüm gibileri göçüp gittiler bu dünyadan. Ama Dogu dünyasinda hala muazzam birikimleri olan sayisiz yildiz yasamakta. Onlar da kaymadan bu dünyadan, “günes Dogudan dogar” deyimindeki gibi günese yüz vermenin zamanidir simdi. ********************************************* Orta Asyanin Türk obalarindan Osmanli konak bahçelerine uzanan bir gelenek daha nasil yok edildi! Latif Bolat Arkadasim Lalit gerçekten de büyük bir adamdir! Hemen hemen iki metrelik boyu ve ikiyüz kiloluk agirligi ile demek istiyorum. Enine ve boyuna kocaman biri yani. Ama Lalit'in asil büyüklügü Hindistan'da yüzlerce senedir kesintisiz sürdürülen “Has Bahçe Mahfilleri” gelenegini günümüzde de hiç degistirmeden hala uyguluyor olmasinda. Ilk önce size Lalit'i tanitmam gerek. Sonra da bu “Has Bahçe Mahfili”nin ne demek oldugunu anlatirim. Lalit Hindistanin dogu kiyilarindaki Madras (simdiki adi ile Chennai) sehrinin yaklasik üç saat güneyindeki Pondicherry'den. Burasi bir Ingiliz sömürgesi olarak tarihe geçen Hindistandaki ender Fransiz kolonilerinden biri. Ama tam anlamiyla Fransiz etkisi altinda gelisip günümüze ulasmis bir sehir. Özellikle de deniz kenarindaki büyük bahçeli konaklariyla. Bu bahçeler gökyüzünü zarif bir sekilde delen palmiye agaçlari ile, her renkten konsolos çiçekleriyle, sizi kolaylikla besyüz yil öncesinin mihrace saraylarina ve konaklaiina götürebilir. Iste Lalit'in “Has bahçesi” böyle kocaman bir bahçe. Giris kapisindan geçene kadar öylesine siradan bir Hindistan sokaginin çöplü, keçili, inekli karmasikligi ile ugrasmaniz gerek. Ama bir kez kapidan içeri adim atinca, manzara da tüm atmosfer de degisiverir. Her renkten ipek örtüler o beton duvarlari ve agaç dallarini birer çiçek bahçesine dönüstürüverir. “Has Bahce Mahfili” konserimizin olacagi gün, yaklasik bes kadin, rengarenk geleneksel giysi olan sarileri içinde , tüm gün gül ve karanfil yapraklarini palmiye agaçlarinin diplerine dagitip renklendirirler. Bununla hem topragin görüntüsü güzellesir hem de havanin kokusu. Sonra sira isik oyunlarina gelir. Aynen bir Mughal sarayinda besyüz yil önce bulabileceginiz gibi, bahçeyi boydan boya bölen “char-bag” adi verilen su kanallarinin içinde küçük tabaklarla yag kandilleri yüzdürülür. Kirmizi gul goncalari içinde bu sari isiklar bir o yana bir bu yana salinirlar. Has Bahcenin bir baska süsleyicisi de binbir çesit tütsülerdir. Sehrin günlük havasinin kokusunu degistirip bizi aniden bir zaman tünelinden geçirip büyük Sah Cihanin günlerine götürür bu tütsü kokulari. Bahçenin en görkemli kösesi, bir padisah tahti gibi müzisyene ayrilmistir. Binbir türlü çiçekler, ipekli örtüler, Krisna'dan Ganesa'ya kadar onlarca kutsal heykel bir renk ve isik cümbüsü içinde hazirdir bu müzik dolu geceye. Aksamin en tatli saatinde, Hintli dinleyiciler en güzel geleneksel giysileri içinde sanki yürümeyip havada kayarak bahçenin çimenleri üstünde yerlerini alirlar. Bir zerafet gösterisi haline gelen misafirleri karsilama töreninden sonra derin bir sessizlik olusur kendiliginden: Konser baslayacaktir. Tüm gün gözlerimizin hemen önünde yaratilan bu zaman tüneli tecrübesiyle, müzisyen olarak biz de kendimizi bir mihrace sarayinda hissetmekteyizdir artik. O çiçekler ve tütsülerin ortasindaki süslenmis yer minderine oturup sazimizin tellerine dokununca, Anadolunun en güzel ezgileri yepyeni bir hayat bulur bu uzak ama bir o kadar da yakin bahçelerde. Müzigi çalan da dinleyen de, bu zamanlar ötesi yolculukta artik yekvücut olmuslardir. Gecenin cok geç saatlerine kadar süren müzik sirasinda ne bir cep telefonu sesi duyulur, ne de geç kalmis olmanin telasiyla çaktirmadan saatlerine bakanlar olur. Herkes orada olmanin büyük zevki ile melodilerin bir parçasi haline gelmistir artik. Aceleye hiç gerek yoktur ve gecenin bitmemesi dilenir içten içe. Hindistanin Has Bahçe Mahfilleri hala binlerce yerde hemen her gün hayatin bir parçasi olarak yasayip giderken, bizde durum ne alemdedir acaba? Orta Asya günlerimizin obalarindaki “toy”larimizdan, Isfahan saraylari ve bahçelerindeki Selçuklu kutlamalarina; Mevlana dönemindeki Konyanin Meram baglarindaki Semalara, Osmanlinin esraf konaklarindaki fasillara, yüzlerce yillik bir tarihi vardir Has Bahce Mahfillerinin Türklerde. Ama Batililasma adi altinda bize dayatilan degisim sayesinde tüm bu geleneklerimiz de tarihin sayfalari arasinda kaybolup gittiler. Artik müzik sadece soguk duvarli konser salonlarinin resmi atmosferine sikismis kalmistir. Belki de o nedenle insanimiz artik oralara gitmek yerine evdeki televizyonlarinda konser izlemeyi tercih edecek duruma gelmistir. Çünkü müzik sadece üç bes notayi ardarda dizip virtiyozluk cambazligi yapmak degildir. Onun icin de müzik yapmak ta dinlemek te kokusuyla, görüntüsüyle, zerafetiyle bir yasam biçimi haline getirilmelidir. Hindistanin Has Bahçe Mahfillerinin ve bizim soguk ve resmiyetten donan konser salonlarimizin farki da budur. Ve ne yaziktir ki, artik yokedilmis olan bin yillik bir gelenegimizi görüp yad etmek için taa Hindistana gitmek zorunda kalmisiz. ******************************************** IRAN SINEMA VE MÜZIGININ DÜNYADAKI ZAFERI ÜZERINE BIRKAC SÖZ VE BIZ! ABD'nin Iran'a karsi en güçlü sekilde yaptirimlar olusturup Iran'i zorla dize getirmeye çaligi günlerde Iran'li yönetmen Ashgar Farhadi "Bir Ayrilik" adindaki filmi ile bu yilin Oscar'inin en iyi Yabanci Film ödülünü alirken yaptigi konusmada sanki dünyaya bir insanlik dersi veriyordu: " Savasin, korkutmanin, asagilamanin politikacilar arasinda karsilikli olarak ortaliga sacildigi bu ortamda, Iran agir bir toz bulutu altinda saklanmis olan zengin ve görkemli kültürü araciligi ile konusmaktadir burada. Bu ödülü büyük bir onurla, tüm külturlere ve medeniyetlere saygi gösteren ve düsmanlik ile darginligi reddeden halkima armagan ediyorum". Bu zafere benzer bir durum da "Cennetin Cocuklari" adli Iran filmi ile 1997'de yasanmisti. Ama o zaman Oscar ödülü Italyanlarin "Hayat Güzeldir" filmine gittigi icin Farhadi'nin bu yilki zaferi daha da buyük bir anlam kazanmakta elbette. Aslinda Oscar'larin yani sira dünyanin hemen her ülkesinde yapilan irili ufakli tüm film festivallerinde Iranli yönetmenlerin filmleri ardarda en iyi film ödüllerini kapmakta son 20 senedir. Iran Sahinin günlerinden bugünlere Iran'da neler degisti bu alanda ki böyle muazzam bir gelisme saglandi sinema alaninda? Hatta bu soruyu Iranin müzik alanindaki gösterdigi muhtesem gelismeler konusunda da sorabiliriz. 30 SENELIK DEGISIMIN ÖZETI O zaman gelin sizlerle kültürel ve tarihi bir gezi yapalim son 30 senelik zaman dilimi için ve görelim Iran nerden nereye gelmistir. Bu geziyi yaparken Iran'in yanibasindaki ülkemizin ayni alanlardaki durumunu da paralel bir sekilde izleyelim.Böyle bir tahlil yapmadan Iran'in mevcut rejiminin altinda yarattigi kültürel devrimi anlamak mümkun olmayacaktir. Bir uyari; bu naçizane tahlilde bazi ezberlenmis kavramlara da dokunacagimiz için, okurun yüregini genis tutmasini ve tepki gostermeden önce biraz düsünmesini salik veririz.Mesela "fikir özgürlügü" gibi kavramlar. Zaten bilimsel tahlil yaklasimi da bunu gerektirir. Haydi o zaman: Sah Riza Pehlevi'nin idaresi altinda bir Bati sömürgesi durumuna getirilen Iran'in kültür ve sanat hayatini öyle yakiindan bilmemize gerek yok. Çünkü özellikle de son 10 senedir memleketimizin bu alanlardaki degisimi Iran Sahinin günlerine o derecede benzemektedir ki! Örnek mi istersiniz; alin sinemayi.Herkesin hemen herseyi film konusu yaptigi, "fikir özgürlügü" adi altinda insanlari uykuya ve yilginliga sevkedecek karamsarlik abidelerinin çagdas sinema adi altinda sunuldugu gunlerdi onlar. Vurdulu kirdili Mafia tiplerinin, seksi sarisinlarin veya kötü kadinlarin bininin bir para oldugu, uyusturucu kullaniminin en detayina kadar gözlere sokuldugu, sözde komedi adi altinda ülkenin kültür degerleri ile dalganin geçildigi bir ortamdi. Yani "fikir özgürlügü" her taraftaydi, Sahin politikalarina elestiri getirmedigin müddetce. O zaman zindanlarda yer begendiriyorlardi size. IRAN'DA SANAT ALANINDA BATI RÜZGARLARI DÖNEMI: Müzik konusunda da Sah Riza Pehlevi zamani Bati müziginin, Bati kültür degerlerinin müzigin her türlüsünü etkisi altina aldigi bir zamandi. Bizim simdi katlanmak zorunda kaldigimiz popculardan geçilmezdi Iran sahneleri. Belki geleneksel müzigin durumu bizdeki kadar kötü degildi o zamanlar ama yine de Iran müzik dünyasinin gidisati hep Bati etkileri yönüne dogruydu. Batinin da en degersiz müzik geleneklerine öykünme yolu ile gidiyordu Iran müzisyenleri. Sonra 1979 Iran devrimi geldi.Hersey degisti.Politikadan sosyal hayata, kültürden dini hayata herseyin baskalastigi bir zaman oldu. Politik egilimimize göre Iran molallari kötü de olabiliyorlardi, iyi de. Disardan bakan herkes kendi dünya görüsü ve hayata karsi durusu ile bir fikir sahibiydiler Iran rejimi konusunda. Bu yazinin amaci Iran devrimini tartismak olmadigi icin 1979'tan sonra politik alanda neler oldugunu konusmayacagiz. Ama dost düsman herkesin üzerinde hemfikir oldugu birseyler de oldu Iran'da devrimden sonra: Iran filmleri birdenbire dünya sinema festivallerinde ve yarismalarinda hep bir numara olmaya basladi. Mesela Abbas Kiarostami, Majid Majidi, Bahman Ghobadi, Dariush Mehrjoui ve son olarak ta Asghar Farhadi'nin filmleri Amerikanin en küçük sehirlerinin sinemalarinda bile kapali gise oynuyordu. BIRAZ SANSÜR BIRAZ DAHA ÖZGÜRLUK MÜ GETIRDI: Ayni gerçeklik kendisini Iran'in klasik ve geleneksel müzigi alaninda da gösterdi. Tüm dünyadaki Dünya Müzik Festivallerinde Iranli müzisyenler en basarili gruplar arasina girip Iranin 3000 senelik kültür birikimini basariyla dünya aleme gösterdiler. Iran'in en büyük erkek sarkicisi Muhammed Riza Shejarian dahil olmak üzere, Hussein Alizadeh, Lotfi, Shahram Nazeri, Kayhan Kalhour gibi en ünlü Iranl müzik adamlari tüm yabanci Festivallerin ve radyo istasyonlarinin en çok aranan Dogulu müzisyenleri haline geldiler. Onlarin konserleri Los Angelesten Londraya, New York'tan Paris'e binlerce kisinin kaliteli müzik dinleme adresi oldu. Kökeninde ne vardi bu degisikligin acaba? Elbette bu tür sosyolojik bir durumu açiklamak için birilerinin bir doktora tezi yazmasi gerek.Çünkü konu cok agir ve çetrefillidir. Ama bizim üzerinde durmak istedigimiz konu uygulanan "biraz sansürün" ne kadar "çok olumlu" sonuçlar verebilecegini göstermektir. Bu cümleden sansürü savundugumuz çikmasin.Elbette aydin olan birinin sansürün hicbir türlüsünü savunmayacagi kesindir.Ama Türkiyemizdeki kültürel durumu gözden geçirip Iranda olan bitenle karsilastirdigimiz zaman ortada bir sorun oldugu cikmiyor mu sizce de? Pratikte bu söyle isliyor bizce: Iran devleti sinemacilara diyor ki: Filmlerinizde seks olamaz, çiplak kadinlarla doldurulan sahneler olamaz, en detayina kadar öpüsen ve sevisen insanlar olamaz, silahli çetelerin ortada dolastigi Mafyacilik olamaz, uyusturucu reklaminin yapildigi hikayeler olamaz, kör gözüm parmagina cinsinden politika yüklü mesajlar olamaz, yabanci kültürlerin reklami olamaz ve bunun gibi birsürü seyler olamaz. Ne olabilir o zaman? Bunlarin disinda hersey olabilir! SIZ OLSAYDINIZ NE YAPARDINIZ? Kendinizi bir Iranli senaristin veya film yönetmeninin yerine koyunuz bu durumda.Filminizde ne anlatabilirsiniz ki? Özgürlügünüz bu derecede sinirlanmissa anlatacak ne bulabilirsiniz ki? Kaleminizi ve kameranizi çantaniza koyup, bu isten vazgeçtim deyip Los Angelese tasinmak seçeneginiz de varsa? Iranin birsürü sinemacisii ve müzisyeni aynen bu son seçenege sarildi ve terkettiler Irani, Tehrangeles adi da verilen Los Angelese tasindilar hep birlikte.Ve orada kaybolup gittiler. Sonsuz özgürlükleri vardi Kaliforniyada ama sanatlarinda ilerleme yapamadiklari bir yana, tümden yittiler o külturel kargasada. Müzik alaninda da sinemaya benzer bir gelisme yasadi Iran.Pop ve Bati kaynakli milli olmayan kültürün etkisinde müzik yapmanin sartlari ortadan kaldirilinca müzisyenlerin çogu Batiya, özellikle de ABD'ye tasindilar. Iranlilarin en ünlü sarkicilari, bestecileri, ve müzisyenlerinden baziari bu yolu seçti ve Iran disindaki diasporanin külturel faaliyetlerine tikanip kaldilar.Çünkü taklitçiligine soyunduklari Bati'nin en ucunda yasamaktaydilar artik.Ve Batililar kendilerinin kötü bir taklidini dinlemediler.Bu büyük muzik insanlari da Bati toplumlari icinde köklerinden koparilmiscasinaa yok olup gittiler. IRAN'I TERKETMEYEN FILMCILER VE MÜZISYENLER NE YAPTILAR: Iranda kalanlar ne yapti; sinirlari çizilmis bir özgürlük tablosu içinde beyinlerini patlatmak zorunda kaldilar en guzel senaryo için, en güzel hikaye için, en güzel film için ve en güzel müzik için.Yani diyalektik bir sekilde zitlarin birligini yasadilar.Fikir özgürlügünüz kisitli ama kisitlanmis bölge içinde sonsuz bir özgürlük kazanmis oluyordunuz. Ince olmak zorundaydiniz artik, zarif olmak zorundaydiniz, kaba saba sanatçilikla isi götüremiyordunuz artik. Ve o nedenle de bu ödüle doymayan Iran filmlerinde, ayakkabisini kaybeden çocugun iki saatlik arayisi siirsel bir dille basyapit olabiliyor.Daha bunlar gibi nice "basit" konular yaraticiligii-sinirlanmis ama ayni zamanda özgürlüge kavusturulmus yönetmenler elinde kültürel ve sanatsal destanlar haline gelebiliyor. Müzik alaninda da, geride Iranda kalip "özgürlükleri yeni sartlara göre kisitlanmis" olan müzik insanlari Iranin geleneksel kültürüne geri döndüler, 3000 yillik geleneklerini arastirdilar ve muazzam eserler yarattilar bu yeni ortamda. Dünya festivallerinin en aranir muzik gruplari oldular ve Iranin geleneksel müzigini Bati dünyasi dahil her yere dinlettiler basari ile.Çünkü onlar orijinaldiler, asildilar, Batinin taklitçileri olmadilar. Sharam Nazeri, Shajerian, Lotfi, Alizadeh en aranan müzisyenler oldular ve parladilar bu yeni durumda. Bunlar zaten meshurdular ama bu yeni dönemde kendilerini bile asip Iran kültürünün ulasamadiklari derinliklerine inebildiler. YA BIZDE NE OLDU? Haydi hep birlikte bir bizim sinemamizin haline bakalim bir de komsu Iranin. Neden oluyor da arada daglar kadar fark oluyor böylesine benzer kültür ve tarih komsulugunda? Bence bizim sanatçilarimiz genellikle isin kolayina kaçip, mevcut olan "özgürlüklerini" hoyratça kullaniyorlar.Bakiniz filmlerimize; asiri erotizmle dolu, mutlaka güzel kadinlarin ortalikta dolastirildigii, karamsarligin ve karanligin egemen oldugu, elleri silah dolu adamlarin sürekli dövüstügü, ya da komedi adi altinda pespayeligin olaganlastrildigi bir sanat haline geldi.Birkaç istisna hariç neden olup ta dünya sinema sanatinda fazlaca bir yekün teskil etmedigimizin en azindan bir açiklamasi degil midir bu ki? Ayni gerçekligi müzik konusuna da tasiyabiliriz kolaylikla.Her gün televizyonlarda müzik adi altinda rezaletleri hatirlatmaya bile gerek yok.Amerikanin dünyaya empoze ettigi raptan tutun, popun en gereksizini, sadece dans etmeyi hedefleyen her türlü gürültüyü müzik diye insanlara yutturmaya çalisiyorlar senelerdir.Müzikte o denli asagilarda seyretmekteyiz ki , 1970'lerin asagiladigimiz Arabeski bile bunlardan daha Türk ve anlamli gelmeye basladi birçogumuz için.Bu konuda sadece Eurovizyon denen ucube yarismayi hatirlamak yeter de artar bile.Los Angeles sokaklaiindan getirilmisçesine görünüm yaratan genc çocuklari alip Ingilizce sarki söylettiren zihniyet ile Iranin geçirdigi müzik devrimini bir karsilastirin lütfen. Oscar kazanan Iranli yönetmen Asghar Farhadi'nin ödül töreninde Irani kastederek söyledigi "...Iran agir bir toz bulutu altinda saklanmis olan zengin ve görkemli kültürü araciligii ile konusmaktadir burda" sözünü güzel Türkiye'miz için de söyleyebilecegimiz günlerin özlemi içindeyiz hepimiz. *********************************************** OKYANUSUN HAYRAN OLDUGU BIR DAMLA: NIYAZI-I MISRI Latif Bolat Bahr içinde katreyim Bahr oldu hayran bana Fers içinde zerreyim Ars oldi seyran bana
Sûretde nem var benim Sîretdedir madenim (içimdedir) Kopsa kiyâmet bugün Gelmez perîsan bana Kimindir böylesine dikbasli, hatta kabadayica haykiran ses? Kimdir okyanus içinde damla olmasina ragmen okyanusta hayranlik uyandiran bu magrur kisi? Dörtyüz sene öncesinden bize dik durmanin dersini veren bu ses Niyazi-i Misri'nindir. Yandasligin, uzlasmaciligin, boyun egmenin ve yalakaligin esas karakter haline getirildigi günümüz Türkiyesinde, kendimize örnek alacagimiz ulu bir atamizdir Niyazi. Onun hayat hikayesi ve yazdiklari, günümüzün yilginliga düsmüs aydinina en büyük ilham kaynagi olacaktir çünkü. Niyazi inandiklari ugruna canini veren fedai yapili Türk insanindan biridir, hem de en büyüklerinden birisi. MALATYA'DAN BAGDAT'A VE KAHIRE'YE GÜZELIN PESINDE: Muhammed Niyâzi-i Misrî (1618-1694) Malatya'da dogdu. Malatya, Diyarbakir, Mardin, Bagdad, Kerbelâ ve Misir gibi zamaninin en önemli kültür merkezlerinde yillarini geçirdi dogru ve güzelin pesinde. Misirdaki kalis süresi o kadar uzundu ki ona Misirli anlamina gelecek Misri mahlasini verdiler. Bu merkezlerde Islamin görünür anlami yaninda batini denilen görünmez anlaminda, tasavvufta da usta oldu. 1646'da Istanbul'a geldi. Bu Istanbul macerasinda Sebatay Zevi ile de muhabbeti oldugu belirtilir arastirmaci John Freely tarafindan. Bu muhabbetlerde kimin kimi etkiledigini belki de hiç bilemeyecegiz. Ama ne önemi var ki bunun aslinda. Niyazi kendini zaten böyle yolculuklar sonunda bulmamis midir ki? 1654'te Antalya'nin daglarindaki Elmali'da Ümmî Sinan'a mürid oldu. Tüm bu seyahatlerinin tek amaci “dost”a ulasmak ve güzeli bulmak idi: Bakip cemâl-i yâre Çagiririm dost dost Dil oldi pâre pâre Çagiririm dost dost
Mescid ü meyhânede Hânede vîrânede Kâ‘bede büthânede Çagiririm dost dost SOFTALARIN DINI SERTLIGINE KARSI HALK TASAVVUFU: Sonunda Bursa'ya yerlesti ve en kisa zamanda çevresine binlerce insani toparladi. Istanbula yakinligindan olmali, Osmanlinin payitahtindaki hayati yakindan izledi. Anadolu halkinin yoksulluktan inledigi bir zamanda, Istanbul saraylarindaki ihtisamli hayat tarzi ve softalarin dini terörune karsilik acimasiz elestirilerde bulundu: Bugün bir meclise vardim oturmis pend ider vâ‘iz (nasihat eder) Okur açmis kitâbini bu halki agladir vâ‘iz
Iki bölmis cihan halkin birini cennete salmis Eliyle kürsiden birin cehenneme sarkidur vâ‘iz
Çikar agzindan âtesler yakar seytâni mel‘ûni Sanasin yedi cehennemin azâbi kendidir vâiz
Cehenneme söyle doldurmis içinde yok duracak yer. Ana yirlesdirir halki aceb hizmetdedir vâiz Medrese Islaminin softaligi ve tutuculuguna karsi Anadolu halk mistisizminin hümanizmi ve genis yürekliligini seçti calismalarinda. Tasavvufun unutturulmaya çalisilan “sosyal bilinç ve sorumluluk” ögelerini tam anlamiyla ortaya koydu ve bunu siirlerinde büyük bir duyarlilikla isledi. Elbette sistem ile çatismanin da bir bedeli olacakti. Ve nitekim Osmanli tarafindan iki defa Limni adasina ve bir defa da Rodos adasina sürgüne gönderildi. Fakat her sürgün dönüsü Niyazinin ünü birkaç misli artinca, Istanbul sarayi Niyazinin atesini son defa olmak üzere söndürmeye karar verdi. Ve son gittigi sürgünde bir gün ölü olarak bulundu bu Anadolu ereni. Zehirlenerek öldügü ifade edilir birçok kaynaklarda. MANSUR'UN VE PIR SULTAN'IN IZINDEN: Niyazinin asagidaki siiri sanki bu bedeli yolun basinda bildigini ifade eder ve o bu bedele severek kosar adeta. Çünkü Niyazi de Nesimi, Pir Sultan ve Mansur geleneginin bir neferidir ve onlar gibi “dost”a ulasmak için can vermenin gerekliligine inanmistir: Askin kime yâr olur Dâim isi zâr olur Dinmez gözinin yasi Yanar içi nâr olur
Sevdâ-yi zülfün kimin Takilsa gerdanina Mansur gibi âkibet Yolunda berdâr olur
Bu yolda canin viren Cânân alur yirine Ask dükkâninda anin Cân ile bâzâr olur
Terk it Niyâzî seni Bul anda o sultâni Her kim cânindan geçer Ol vâsil-i yâr olur ÇAGIMIZIN VE TÜM ÇAGLARIN HASTALIGI BENCILLIK VE DERMANI: Niyazi Misri onyedinci yüzyilin sosyal gerçekleri içinde tasavvuf eri olarak hizmet etmis olsa bile, adeta tüm çaglarin en önemli sorunu olan “bencillik ve benmerkezcilik” konusunu cok iyi yakalamis görünür. Hele de bizim kendi çagimizdaki “ben” sorununun, dört yüzyil öncesinden tesbiti ve çaresinin sunulmasidir onun siirleri: Daglar gibi kusatmis Benlik günahi seni Günahini bilmedin Gufrâni arzularsin (affedilmeyi)
Bu derece yalnizlastirilan insanin “ben”cilikten kurtulusunun dermani da söyle ifade edilir Niyazinin siirlerinde ve ilahilerinde: Ben sanirdim âlem içre bana hiç yar kalmadi Ben beni terk eyledim bildim ki agyar kalmadi (yabanci kalmadi)
Cümle esyâda görürdüm h âr var gül-zâr yok (diken var gül bahçesi yok) Heb gül-istân oldi ‘âlem simdi hiç h ar kalmadi
Din diyânet âdet ü söhret ko vardi kalmadi Ey Niyâzî n'oldi sende kayd u dindar kalmadi “KIMSESIZLERIN KIMSESI” CUMHURIYETIN NIYAZI'YE SON GÖREVI: Orta Asyada Ahmed Yesevi ile baslayip, Yunus Emre ile Anadoluya tasinan halk tasavvufu, Fuzuli, Nesimi ve Pir Sultan Abdal atesinden gecip Niyazi Misrinin elinde en lirik ifadelerinden birini bulmus denebilir. Onda Yunusun ask merkezciligini, Nesimi'nin baskaldiriciligini, Fuzulinin zerafetini ve Pir Sultanin kavgaciliginin en güzel sentezini buluruz. Anadolu halki yüzyillardir onun siirlerini ilahiler haline getirip, mesajini çok güzelce içsellestirmistir. O nedenle de Yunus'tan sonra en çok siiri bestelenen yol ereni olmustur Niyazi. Onun siirlerinin tadina varmak icin, yüzyillardir bestelenmis ve tarihin süzgecinden geçmis ilahilerini, sessiz bir gecede gözler kapali ve yürekler sonuna kadar açik olarak dinlemek gerekir: Dermân arardim derdime derdim bana derman imis, Bürhân sorardim aslima aslim bana bürhân imis Isit Niyazi'nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün, Hakdan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhân imis Osmanlinin sürgününden yurduna dönemeyip Limni'de sonsuzluga terkedilen Niyazi'yi, Cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” karakteri ile kendi topragina ve öz topragina getirme zamani gelip geçmedi mi acaba? **************************************** RABIA MEYDANINDA, CENNET ILE CEHENNEM ARASINDA Meydanin asil sahibinden meydandakilere iki çift söz! LATIF BOLAT Adi gibi, dördüncü defadir ayni dar sokaklarda kosup durmaktaydi. Bir elinde alevler saçan bir mesale, bir elinde de içi su dolu tenekeden bir kova vardi. Umutsuzca birseyler aramaktaydi sanki. Her yüksek duvarin ardindaki avlulara girip çikiyor ve yine bulamamis olmanin üzüntüsü içinde bir baska dar sokaga daliyordu. Bir hurma agacinin altinda, sokagin erkekleri durdurdular onu. Ve sordular: „-Seni zaten biraz deli biliriz biz Basra'da ve bunca senedir alisigiz deliliklerine. Ama simdi bu yeni deliliginin sebebi ne, ya Rabia? Bir elinde ates diger elinde su, nereye gitmektesin ve ne aramaktasin?“ CENNETE ATES, CEHENNEME SU! Rabia, isinden alikoyulmus olmanin kizginligi ile cevapladi: „-Bize söylendi ki, eger dinimizin kurallarini takip edersek, etliye sütlüye karismazsak, cennete gidip sonsuzluga dek keyif içinde yasayacagiz. Aksine, eger kurallara karsi çikarsak, emredilenleri yerine getirmezsek cehennemin kizgin atesleri içinde yanmak olacak kaderimiz. O nedenle herkes sadece kurallara uyup, yeryüzündeki zamanimizi doldurmak pesinde. Iyi insan olmanin sebebi cennet için verilen söz oldu. Kötülükten kaçinmanin sebebi de cehennemin kizgin atesinden korku! Bir bulursam, iste elimdeki bu mesalenin atesi ile cenneti yakip yok edecegim. Bu su dolu kova ile de cehennemin atesini söndürüp ortadan kaldiracagim. Böylece hepimiz iyi insan olmayi cennet rüsvetinden veya cehennem korkusundan degil, iyiligin saf güzelliginden dolayi yapiyor olacagiz!“ SÜMER'DEN KAHIRE'YE INSANLIK DERSI Basra'nin sicak sokaklarinda bu konusma geçtiginde, 700'lu yillarin ortalaridir zaman. Yani Islamin daha ilk yüz yilindayizdir. Rabia el Adawiyya, erkek egemenliginin zirvesindeki Arap toplumunun içinde parlayan bir kadin yildizdir. Sümerlerin kültür baskentleri Ur ve Uruk civarlarinda yer alan ve Ibrahim peygamberin de yetistigi bu topraklardan çikan sayisiz ama nadir kadin hayat sorgucularindan biri olur kisa zamanda. Yoksulluktan köle haline bile gelir bir ara hayatinda. Hiç evlenmez ve ruhani olarak ilahi sevgiliyi seçer, seksenli yaslarda Kudüs'te 801 senesinde ölene dek. Hayati hem esitsizlige hem cinsel ayrima hem de tutuculuga karsi sonsuz bir kavga ile geçer. RABIA MEYDANINDAKI GERICILIK VE GERÇEK RABIA Rabia'dan tam tamina 1212 sene sonra, onun adinin verildigi Kahire'deki Rabia El Adawiyya meydanindayiz. Misir'daki halk ayaklanmasi sonunda, iktidari terketmek zorunda kalan Müslüman Kardeslerin kamp yaptiklari merkez haline geldi Rabia'nin meydani, kaderin çok garip bir cilvesi olarak. Simdi , ellerinden alinan tüm iktidar nimetlerinin geri gelmesi için var güçleriyle bu meydanda ugrasmaktalar. Rabia, bir olanagi olsa da kendi adini tasiyan bu meydana gelebilseydi, eline mikrofonu alip neler söylerdi acaba diye düsünmeden edemiyor insan. Tarih ile varsayimlar temelinde oyalanmak çok gerçekçi olmasa bile oldukça enteresan bir ugrasi. Gelin biz de Rabia'nin Rabia El Adawiyya meydanindaki kürsüden, Mursi destekçisi Müslüman Kardesler'e söyleyecegi bir iki seyi dinleyelim: IHVAN'IN AKILLARA ZIYAN „YARATICILIKLARI“ „ Ey kardeslerim, adimi tasiyan bu meydanda haksizliklara ve adaletsizliklere karsi toplandiginizi ifade etmektesiniz. Ama size Mursi'nizin ve adamlarinizin yaptigi sadece bir seyi söyleyip düsünmeye davet edecegim. Siz düsünürken de ben 1212 sene önceki yerime dönüp sizi seyretmeye devam edecegim. Mursi ve Müslüman Kardesler örgütünüz degilmiydi bu meydandaki ve tüm Misirdaki kadinlari köle gibi asagilarcasina „ veda cinsel birlesmesi “ adi altinda „ölü-seviciligi“ denebilecek bir kanun teklifi verebilen? Eger duymadinizsa biraz açiklayayim: Bir erkegin karisi öldügünde, ilk 6 saatte cinsel birlesme yap abilir, kadin da kocasi öldügünde ayni hakka sahiptir! Benim yasadigim 8. yüzyilda bile buna benzer bir teklif gelemezdi insanlarin aklina. Bu ne aymazliktir, bu ne tür bir insanliktir ve nasil bir Müslümanliktir! Bu meydanda önce bunlari ve buna benzer birsürü konuyu tartismalisiniz ki yolunuzun hak yolu oldugunu görebilelim. Allah hepinizi islah etsin!“ ********************************************************** LATIF BOLAT Saclari kokunden kazinmis bir grup adam, Sam'daki Emevi camisinin orta yerine dogru sessizce ilerlediler. Ellerinde bezden cikinlari vardi, belli ki ici dolu. Gunlerden Cuma oldugu icin Sam'in bu Ulucamisinde Cuma namazina gelenler buyuk bir kalabalik olusturmaktaydilar. Sacsiz grup sessizce ve buyuk bir ozguven ile kalabaligi yararak imamin hemen arkasinda yere bagdas kurup oturdular. Ve ellerindeki bez cikinlarini yavasca halinin ustune acip, yufka ekmek ve peynirden olusan aziklarini yavasca atistirmaya basladilar. Bunu da etraftakilerin gozlerinin icine ozellikle bakarak yapmaktaydilar. Aylardan Ramazandi ve yillardan 1099 idi. Hele de bir Cuma namazi oncesinde, herkesin oruclu oldugu bir camide boylesine gunahkar ve gavurcasina olan bir eylemi yapan bu saclari kazinmis grup insan da kimlerdi? Deli miydiler? Akillarini mi yitirmislerdi? Belalarini mi aramaktaydilar? Imam da dahil etraftaki cemaat cullandi bu grubun uzerine. Biraz sonra Sam kadisinin huzurundaydilar. Hosgorusuz kalabalik kadinin evine gelene kadar ellerinde ne varsa vurmuslari bu saclari kazinmis insana. Hepsinin elbileseleri paramparca olmustu ve kafalarindan kanlar akmaktaydi. KUDUS SOKAKLARINDA KAN DIZ BOYUYDU DERLER Bundan bir ay oncesine kadar Islam dunyasinin ikinci muhtesem sehri olan, bir zamanlar Emeviler sulalesinden halifelerin muhtesem saraylarinda hukum surdukleri Sam sehri, Avrupanin Hristiyan hukumdarlarinin ve Papanin emirleriyle olusturulan Hacli ordularinin felaketine ugramisti. Tum bolge yanmis yikilmis, tas ustunde tas birakilmamisti. Daha dun, Islam dunyasinin gozbebegi Kudus'un Hacli ordularinin insafsiz saldirilari karsisinda dustugu haberleri gelmisti. Kudus'un Musluman ve Yahudi nufusu toptan kilictan gecirilmisti. Hacli askerlerinin atlari Kudus sokaklarinda dolasirken dizlerine kadar Kuduslu'nun kanina batmaktaydi denir o gunden bu yana, yani bin yildir. Saclari kazinmis adamlar Sam kadisinin huzurundaydilar. Sorular soruluyordu: Siz kimsiniz? Nasil curet edersiniz Ramazan ayinda, hem de Ulucaminin ortasinda, hem de Cuma gununde oruc bozmaya? Deli misiniz, divane misiniz, yoksa Hristiyan Hacli ajanlari misiniz? Bunun cezasinin kellelerinizin vurulmasi oldugunu bilmez misiniz? MUSLUMAN KANINI GORMEYENE HESAP VERMEYIZ! Ugradigi saldiridan kanlar icinde kalmis, grubun lideri oldugu belli olan uzun boylu, gur simsiyah sakalli olani, kizginliktan gozleri firlayacakmis gibi duran kadiyi bile korkutan ve utandiran bir eda ile cevapladi bu sorulari: “ Daha dun kutsal Peygamberimizin kutsal sehri Kudus'te akitilan Musluman kanina ses cikarmayan, Hacli askerlerinin tecavuzune ugrayan Musluman bacilarimizin cigliklarini duymazliktan gelen, taa Avrupadan gelen Frenk askerlerinin en guzide Islam sehrini kanla isgaline ses cikarmayip, oylece oturan bir millete, bozdugumuz bir gunluk oruc icin hesap verme zorunlugu gormuyoruz”. Kudusun isgaline karsi bu ilginc yontemi gelistiren ve yureklerindeki agidi eyleme donusturen bu grup adsiz insan, aciklamalarinin tum dogruluguna ve hakliligina ragmen kilictan gecirildiler elbette. Cunku oruc bozmanin gunahi, kutsal Kudusun isgalindeki akitilan kanlara sesszi kalmanin gunahindan cok daha agirdi kadi efendinin hukmune gore. GEC KALINMIS ADALET VE TEPKININ HUKUMSUZLUGU Bir avuc adsiz kahramanin yarattigi bu efsanevi oyku tam 913 senedir soylenir durur Islam topraklarinda. Bunun utanci yasanir nesilden nesile, her ne kadar Selahattin Eyyubi bir muddet sonra Kudusu geri almis olsa da Haclilardan. Onemli olan dogru taviri almamaktir cunku gerektigi zaman. Cunku gec kalinmis adalet ve tepki, yok hukmunde olabilmektedir cogu zaman. Bu 913 senelik hikayeyi neden mi hatirladik simdi? Cunku sozkonusu olan sehir yine Sam, Suriyenin baskenti. Yine Islam dunyasi ABD ve Avrupanin acikca haksiz ve zalimce saldirisi altinda. Yine Irak'tan, Libyaya, Filistinden Turkiyeye kan revan icinde birakilmis. Yine Musluman halklar su ya da bu aldatmacalarla birbirine dusurulmus ve olan bitenin farkina bile varamamakta. Yine yoneticileri tarafindan uykuya yatirilip aldatilmakta. Islam dunyasinda bir grup insan o saclari kazinmis protestocular gibi olesiye durumu anlatmaya calismaktabolgenin Musluman halklarina. Suriyeye yapilan Hacli zulmune gonullu ortak olan, bir ikisi haric tum Islam ulkeleri yoneticileri, 1099'daki Sam kadisinin talihsiz rolunu oynamaktalar yeniden. SAADETLI SULTAN KULLARI BASKA DAVRANIRLAR Fakat unutulmasin ki sadece kisa bir sure sonra Kudus kurtarilmisti ve Samin kadisi da dahil Hacli zulmunu yapanlar, yaptiranlar ve gozlerini kapayanlar bir daha hatirlanmamak uzere tarihin derinliklerinde kaybolacaklardi. Bizler de tam 913 sene sonra bu bir avuc kahramanin adalet icin, inanc icin ve dogruluk icin canlarini feda edislerini hala hatirlayacaktik. Anlattigimiz hikayeden tam besyuz sene sonra, yine ayni sebeplerle ve yine ayni basegmez tutumla hayatini davasina vermis bir ulu Turk ozani , daragacina goturulurken ayni tutumla sunlari soyleyecekti, ayni duygulari paylasircasina bu 1099 yilinin Samli protestoculariyla: PIR SULTAN ABDAL'im yoldan dönmezem ********************************************** Nil'den Bogaziçine sarkilardan bir köprü: Mohamed Farghaly Ikilisinden Ümmü Gülsüm Sarkilari Görüsme: Latif Bolat Istanbul sokaklarinda Batili müzisyenlerin dolastigini ellerindeki gitarlarindan veya deri renklerinden hemen anlamak mümkün olur. Ama Dogumuzdan gelen ustalar aramizdan geçseler bile bilemeyiz kim olduklarini, çünkü Dogudan ustalar genellikle ugramazlar ülkemize, genellikle davet edilmezler bile. Iste bu Dogulu ustalardan ikisi Turkiyedeler iki haftaligina su anda. Misirin klasik müzik ustadlarindan Mohamed Farghaly ve oglu, kisa bir konser turu için Istanbul, Ankara ve Mersin hattinda turdalar. Ümmü Gülsüm Sarkilari temasiyla sunulan konserlerden ilkini ayaklarinin tozuyla Üvercinka Kafe de yaptilar. Fenerbahce-Galatasaray maçinin seyirci gürültüleri arasinda Kadikoyde ilginç bir karsitlik olusturdular. Latif Bolat, senelerdir bu ikili ile Hindistandan Singapura, Londraya konserlerde beraber olmus bir Turk sanatçisi. Bize asagidaki söylesiyi Sirkeciden iletmekte: Kadim topraklarin en eskisinden konuklar Nil deltasinin güneyindeki eski Misir sehirlerinden Asiyut'tan gelen Farghaly'ler özellikle Misirin Ümmü Gülsüm ile kristallesmis olan klasik Arap müziginin son temsilcilerinden. Baba Mohamed Farghaly son 30 yildir Misirda gerek konser sanatçisi gerekse müzik egitimcisi olarak hizmet vermekte. Farghaly'ler Ispanya, Fransa, Ingiltere, Hollanda, Italya, Fas, Tunus, Cezayir, Hindistan, Singapur ve Kuveyt gibi ülkelerde Misir müzigini temsil ederek konser ve konferanslarda bulundular. Farghaly'lerin Türkiye turundaki konserlerde Misirin unutulmaz sarkicisi Ümmü Gülsüm'un hayatinin anlatilacgi belgeseller ve sunumlar da yapilacak. Ve Ümmü Gülsüm sarkilarindan olusan bir repertuar ile konserler verilecek. "Arap Bahari" adi altinda ortaya çikan ve Arap dünyasini sarsan olaylaiin ardindan Arap dunyasinin lideri durumundaki Misirin kültür mirasinin kutlamasi olan bu programin oldukça ilgi toplamasi bekleniyor. Sevgili Mohamed, Misir geleneksel olarak Arap dünyasinin tarihi ve külturel merkezi olarak düsünülür, neden? Çünkü Arap dünyasinin en kalabalik devleti Misir. Külturel olarak ta Firavunlardan beri bir baskent idi. Bu kadar eski bir devlet ve kültür gelenegine ve örgütlenmesine sahip oldugu için de Islam geldikten sonra da liderligini sürdürdü. Modern zamanlarda ise TV ve medyasinin gücü ile bu rolu daha da derinlestirdi. Misir'dan bakinca Türkiye nasil görünüyor sizce: Türkiye bizler icin hala Osmanlidir! Atatürkü, Türkleri Arap dünyasindan koparttigi için pek sevmezdik desem yeri var. Ama artik Atatürkün Türkiyeyi nerelere getirdigini görebiliyoruz Misirda. Sahsen ben keske bize de bir Atatürk nasip olsa diye dua ediyorum simdi. Misir müzik geleneginin Türkiye ve bölgemizle iliskisini nasil özetleyebilirsin bize: Müzik ve kültür açisindan Misir müziginin üç temel kaynagi oldugunu dünürüm. Birincisi Firavunlar döneminin Misirdaki yerli temsilcileri olan Koptik Hristiyan müzigi ve kültürü. Ikincisi Araplarin Islam ile getirdikleri Arap gelenegi. Üçüncüsü de Osmanlilarin getirdigi Türk müzigi gelenegi. 19, yüzyilin en önemli Misir sultani olan Hidiv Ismalinin en iyi Misirli muzik adamlarini özellikle Istanbula gönderdigini biliyoruz. Mesela 1840'ta, Abdou el Hanuli ve Muhammed Osman Istanbula geldiler ve Misir müzigini çok gelistirdiler bundan sonra. Muhammed Osman Dora adi altinda, Türk fasil müzigine benzeyen müzik formunu Misira tasidi ve modern Misir müziginin ana kaynaklarindan birini yaratti. Hasaballah ise Osmanli Mehter müzigini Misira tasiyip Misir askeri ve eglence müzigini olusturdu. Genç neslin geleneksel müzikle iliskisi nedir bugün: Müzik geleneginde Misirli genç nesil modernlesmede Türkiyeye bakmakta. Orkestrasyonlarda veya enstruman kullaniminda Türkiyede yapilanlari alip Misira uygulamaktalar. Mesela ben buraya gelirken Misirli müzisyen arkadaslarim beni çok kiskandiklarini söylediler. Çünkü onlarin sadece CD dinleyerek ulasabildikleri Türk müzisyenlerine ben sahsen ulasmis oluyordum. Misir nereye gidiyor ve gitmeli: Birçok müzisyen arkadasim gibi ben ve herkes Misirin kendi kisiligini bulmasini istemekteyiz her alanda. Elbette herkesten alacagimiz seyler var ama tüm bunlari Misir tenceresinde kaynatip milli karaktere uygun hale getirmek zorundayiz. Modernlesme ve globallesme her tarafi oldugu gibi bizi de etkilemekte. Ama biz oldukça etkilisekilde gelenegimize ve köklerimize bir dönüs hareketi yasadigimizi düsünüyorum. Mesela Ümmü Gülsümü herkes yeniden kesfetmekte bugün. Ne dersin son sözlerin olarak, bize ve okurlarimiza: Türkiyeye gelmek benim artistik rüyamdi çocukluk günlerimden beri. O nedenle burada olmak cok tatli bir tecrübe benim için, bir rüya sanki. Geçen yüzyillarda Istanbula gelip döndüklerinde Misir müziginin gelsimesine katkida bulunan müzik adamlaii gibi benim de böyle bir sansim oldu . Umarim onlarin katkilari kadar benim de katkim bulunur kültürlerimizin kaynasmasinda. Mohamed Farghaly'yi 26 Nisan günü saat 15 teki Sahne Sanatlari programinda Hayati Asilyazici ile söylesirken canli olarak izleyebilirsiniz. Ayrica 27 Nisandaki Kadikoy Gitar Kafe Konseri ve 4 Mayistaki Mersin Içel Sanat Kulübündeki Ümmü Gülsüm sarkilari konserlerinde görebilirsiniz. ******************************** Muhtesem Yuzyilda muhtesem bir ask hikayesi Latif Bolat Simdi ben size desem ki; aslinda Roxelana Hurrem haline gelip te Kanuni Sultan Suleymanin haremine girmek icin onemli bir sart kosmustu: Topkapi sarayinda kucuk te olsa bir kilise yaptirilacak! Birileri bizi tarih sahtekarligi ile suclamadan once, Roxelena'nin boyle bir istegi veya sarti olmadigini, ve rahatlikla sarayin musluman cevresine karisip herkesin bildigi o guzel hayati yasadigini belirtelim. Zaten Osmanlinin en sanli zamaninda, hele de Misir'daki Memluk Turklerinden halifeligin alinip Istanbuldaki saraya getirilmesinden hemen sonar yukarda laf olsun diye soyledigimiz turden seylerin olmasi mumkun de degildi. Ama hemen hemen ayni gunlerde, Osmanli topraklarindan sadece birkac bin kilometre dogudaki Turk Mughal imparatorlugunda yasasaydiniz, Hurremin gerceklesmeyen sartinin, musluman Delhi sarayinda nasil da gerceklestiginin romantik hikayelerini dinliyor ve anlatiyor olurdunuz. Jodha Akbar filmi bize tam da bunu anlatir, olabilecek en siirsel bir dil ile. Guzle Turkiyemizde, birakalim sade yurttaslarimizi, kendilerine tarihci sifatini veren profesorlerimizin cogu bile Osmanlinin o “muhtesem yuzyilinda” hemen dogumuzdaki Hindistanda Turk Mughal devletinin varligini bile bilmezler. Bular bizim oz be oz amca cocuklarimiz olan, Timur'un torunlaridirlar. Nasil bizler Oguzlarin, Selcuklularin torunlariysak, Mughallar da Cagataylarin torunlaridirlar. VebBizim Ekber adiyla biraz da olsa tanidigimiz en buyuk Muhgal imparatorudur Muhammed Celaleddin Han. Imparatorlugunu genisletip, saglamlastirmak icin Hindistanin en savasci toplumlarinin bulundugu Rajput bolgesi mihracesinin kizi Jodha ile evlenmek ister. Koyu bir Hindu olan Rajput prensesi Jodha Delhideki Mughal sarayinda kendisine ozel bir Krishna tapinagi yapilip ta dini ozgurlugu saglanmazsa Ekber ile evlenmeyecegini soyler. Ve saraydaki ulemanin tum karsi koymalarina ve siddetli muhalefetine ragmen, Ekber tarafindan tum bu istekler Kabul edilir ve Jodha imparator esi olarak Delhi sarayina gelir, yerlesir. Ekber Hanin musluman sarayinda geceleri artik Krisnaya adanmis Hindu ilahileri duyulur. Boylelikle Muhammed Celalaeddin Han sadece Hintli muslumanlarin degil tum yurttaslarinin sultani oldugunu gosterir ve halki da ona Akbar (buyuk, muhtesem) lakabini verir bu olaydan sonra. Daha on yil oncesinde dagilmak uzere olan Mughal devleti Ekberin hosgorusu ve humanizmasi ile en muhtesem gunlerini yasar. Ve Taj Mahal gibi muhtesem sanat eserlerini yaratacak olan bir medeniyet olusturu HIndistanda bizim amca cocuklarimiz. Ekber'in hosgorusu elbette sadece bu sahsi ask hikayesi ile sinirli degil. Ozellikle din konusundaki yurek genisligi ve hosgorusu yirmibirinci yuzyila isik tutacak karekterdedir. Musluman, Hindu, Budist, Zerdust ve daha bir cok dine mensup yuzlerce millete sahip olan ulkesi icin cozumler dusunur Ekber ve yaratir da. Musluman imamlari, Hristiyan papazlari, Hindu ve Zerdust rahipleri, Yahudi hahamlari sarayinda aylarca tartistirir, kendisinin de bulundugu toplantilarda. Aylar sonra ise, tum bu dinlerin en guzel yonlerini birlestiren ve adina “Din-I Ilahi” dedigi yeni bir din bile yaratir. Artik cok dinli ve cok irkli Hindistandaki halklari esit bir sekilde temsil edebilecegini ve halki icin de de tum dinlere saygili bir ortam yaratacagini dusunmustur besbelli. Ama bu muhtesem insanin tum cabalari kendinden sonar yerine gecen ogullarinin Islami koktendinciligi sebebiyle son bulur ve Hindistanda hala suregelen dinler arasi hosgorusuzluk devam eder. Olumunden yaklasik besyuz yil sonra Ekber ve Jodhanin bu muhtesem ask hikayesi Bollywood'un en pahali epik yapimlarindan biri olan Jodha Akbar filmi ile olumsuzlestirildi 2009 yilinda. Ama filmin sinemalarda gosterime girdigi ilk gunlerde ozlelikle de Rajhastan bolgesinde Jodhanin neslinden olan Rajputlar tepki olarak en az dort tane sinema binasini yaktilar. Cunku onlar kendi tutuculuklari ile “hicbir Hindu Rajput kadini Musluman biri ile evlenmez, bu tarihin tahrifatidir” diyerek bu guzel ask hikayesini reddettiler. Hem amcaogullarimiz Cagatay Mughallarini daha iyi tanimak, hem de her turlu hosgorusuzlugun artik dayanilmaz hale geldigi ulkemizde artik biraz “yuregi genis olmanin” gerektigini gormek icin seyredin Jodha Akbar'i. Hollywood'un ucuncu sinif eglence filmleriyle doldurulmus sinema pazarimizda bu muhtesem filmi eger bulabilirseniz tabii ki! ******************************** GITARIN BÜYÜKBABASI BAGDAT'LI ZIRYABIN MACERALARI Ud'dan gitara, Bagdat'tan Kordoba'ya, Ziryab'dan John Lennon'a bin yillik bir müzikal dönüsüm hikayesi. LATIF BOLAT Bagdat'in o insani yildiran sicaklarinin en yogun oldugu bir gündü. Ziryab, sirtinda udu, elinde alelacele hazirlanmis torbasi ile geriye dönüp az önce terkettigi Bagdat'ina Kudüs kapisindan son bir kez daha bakti. Oraya bir daha hiç dönmeyecegini biliyordu. Çünkü bir gece önce büyük vezir, Ziryab'in ud hocasinin önünde “Bagdad'in Abbasi sarayinda ancak bir ud üstadina yer var” diyerek gidip geri dönmemesi gerektigini bildirmisti Ziryab'a. Zaman 9. yüzyila daha yeni dönmüstü ve Harun Resid I slam dünyasinin halifesiydi. Abul Hasan Ali Ibn Nafi, b u genç ve herkesten daha esmer dogdugu icin Ziryab (siyah kus) lakabi verilen müzik ustasi Bagdat'li, ud çalmada o kadar ustalasmisti ki Bagdat sarayindaki ud ögretmeni Ishak al-Maswuli bir an önce Ziryab'i saraydan uzaklastirmazsa saray müzisyenligi olan isini ona kaptiracagindan emindi. Bu yüzden de saraydaki tüm etkisini kullanip Ziryab'i attirmisti saraydan da Bagdat'tan da. BAGDAT'IN KAYBI AVRUPA'NIN KAZANCI OLDU Bagdat'taki Abbasi sarayindan atilan her sanatçi, müzisyen ve filozof gibi Ziryab'in da gidebilecegi tek adres vardi o zamanlarda: Endülüs! Sam'daki Emevi ailesinin tüm fertlerinin Abbasiler tarafindan yok edilmesinin üstünden çok fazla zaman geçmeden, son Emevi Abdurrahman da, daha küçücük bir çocukken Ziryab'in simdi izledigi rotadan Endülüs'e gelmis ve Kordoba'da Endülüs Emevi sarayini kurmustu. Islam'in altin çaginin isiklari doguda Bagdat ve batida Endülüsten tüm ihtisamiyla parildamaktaydi aleme. Kordoba ve Granada'daki islam saraylari, edebiyat, müzik ve felsefede zamanlarinin parlayan yildizlariydi. Iste bu topraklarda Ibni Rüsd, Ibni Hazam, Ibni Arabi ve Maimunides gibi felsefenin devleri doguyordu Avrupa hala karanliktayken. ENDÜLÜS'ÜN BEREKETLI TOPRAKLARINDA Iste Ziryab böyle bir Endülüs'e katilmisti. Kisa sürede Kordoba sarayinin en sevilen müzisyeni ve bestecisi oldu. Binlerce kilometre uzaklardan , Bagdat'tan beri yaninda tasidigi “ud”una yeni bir sekil verdi. Daha genis kullanim alani yaratmak için uda bir üst tel daha ekledi. Ud, Endülüs saraylarinin en populer müzik aleti oldu. Girnata'da, Kordoba'da, Toledo'da, Sevilla'da saray bahçelerinden ud sesleri Akdenizin portakal kokulu havasina karismaktaydi artik. SARAYDA NE GIYILIR, NASIL DAVRANILIR, NE YENIR Ud konusundaki katkilarinin yanisira, Ziryab Endülüs saraylarina törensel adetleri ve kiyafetleri de getirdi. Onun zamanina kadar, Endülüs saraylarinda Magripli Berberlerin göçebe kültürünün etkileri süregelirken, Ziryab Bagdat'in muhtesem sehir kültürünü ve onun geleneklerini de Endülüs'e asilamis oldu. Artik sarayda isteyen istedigi gibi davranamiyordu. Ziryab Sultan ile görüsmeleri, kiyafetleri bir düzene baglamis ve Bagdat saraylarinin geleneklerinden esinlendigi yeni töreleri Endülüs saraylarinda uygulamaktaydi. Sultanin huzuruna herkes çikamiyor ve her istedigi gibi hitap edemiyordu artik. Gündüz ve gece için, degisen mevsimler icin farkli renklerde, farkli kiyafetler ve kostümler ortaya çikarmisti. Kadinlar için güzellik salonu açmisti sarayda. Erkekler için kisa saç ve sakal trasini getirmisti Kordoba'ya. Endülüs saraylari artik Dogunun saraylarindaki adetler ile tanismis ve ciddi sekilde saray haline gelmislerdi. SAFRANDAN KUSKONMAZA, BAKIR KADEHLERDEN KRISTAL SARAP KUPALARINA Ziryab Dogunun yemek geleneklerini de Bati'ya, Endülüse getirmisti. Artik Ispanyanin Islam öncesi barbarlik döneminden kalma altin, bakir veya gümüs bardaklar yerine kristal bardaklarda sarap içilmekteydi, zerafetin bir unsuru olarak. Onun araciligi ile Avrupa mutfagina giren yiyecekler arasinda safran ve kuskonmaz da bulunmaktaydi. Artik tüm yemeklerin ayni anda yendigi günler geride kalmis, Ziryab'in siraladigi sekilde önce çorba, sonra ana yemekler ve en sonra da tatlilardan olusan bir gelenek yaratilmisti. Yemeklerden sonra Avrupa'lilarin dislerini firçalamalarinin baslangicini da Ziryab'in olusturdugu dis macununa kadar götürebiliriz. Endülüs saraylarinin en eglenceli düsünce sporu da satranç olmustu Ziryab'in çabalari sayesinde. DOGULU BIR ERKEN RÖNESANS AYDINI: ZIRYAB Ziryab'in iyice gelistirdigi ud önce Pireneleri asip Fransa'ya, sonra Italya ve oradan tüm Avrupa'ya hizla yayildi. Arapça “agaç, odun” anlamina gelen “El Ud”, Avrupa dillerinde “Lut” a dönüstü ve Ortaçag Avrupasindaki gezginci asik-müzisyenlerin elindeki en önemli çalgi aleti oldu. Yüzyillar içinde de Lut'ten bugünkü gitar haline geldi. Ziryab'in katkilariyla Lut'lesen Ud'un Gitar haline gelisi, aslinda Dogunun altin çaginin isiklarinin Avrupa'nin karanligini aydinlatip bugünlere gelisinin küçük bir metaforudur. Günümüzün Bob Dylan'lari da, Jimi Hendrix'leri de, John Lennon'lari da biraz Ziryab'tirlar bu sebepten dolayi. ******************************** BABUR'UN HINDISTAN'INDA ONBES GUN: TEKNOLOJI DEVRIMI VE SOKAKTAKI ADAM LATIF BOLAT Gecenin saat ucunde Dubai'den ucaga bindigimizde Hindistan'a gittigimiz acikca belli olmustu. Cunku ucagin ben haric tum yolculari Hintliydi. Berlin'den Istanbula gelen ucak yolcularinin cogunlugunun Turk olacagi dusunulurse, Dubai'den Bombay'a giden ucagin Hintlilerce dolmus olmasinda hayret edecek birsey de yoktu aslinda. Cunku Hintliler Dubainin gunluk hayatinin surdurulmesinin emekcileri orada, hizmetci olarak, yonetici olarak, isci olarak. Bombay (yeni adiyla Mumbai) havaalanindan Pune sehrine giden daglik yoldaki bes saatlik tirmanis sirasinda son bes senedir bir ayligina geldigim Hindistani dusundum. Milattan once 3000 den bugune uzanan besbin senelik bir kulturu bilebilmenin zorlugu ortada. Belki de o yuzden her defa gittigimde Hindistan beni bir kere carpiyor aynen bu besinci yolculugumdaki gibi. HINDISTAN GONULDE BIR SEVDADIR: Kuzeyindeki Himalayalarin yalcin daglarindan guneydeki Deccan ovalarina ve Kerela ormanlarina uzanan cok genis ve gizemli bir memleket burasi. Hindistani anlamak icin once sevmek gerek. Zaten derler hep “ya vardiginiz ilk havaalanindan ilk ucaga atlayip geri donersiniz, ya da tutku haline gelir Hindistan” diye. Benimki ikincisi oldu galiba. Cunku yaklasik yirmibes sene Hint kulturu, politikasi, tarihi ile yakindan ilgiliyim. O nedenle de her defasinda Hindistan bir baska carpiyor beni. Birincisi, bir milyarlik nufusun cesitliligi insani hayrete dusurmekte. Himalayalarin tepelerindeki Kasmir'den Sri Lanka'ya dogru uzanan Tamil Nadu'ya bir etnik cesitlilik denizi burasi. Kuzeyden Guneye inildikce insanlarin deri renklerindeki kararma, bir bakima bu cesitliligin gorsel delili oluyor sanki. Kasmirliler tam anlamiyla bize benzerken Kerala insanlari bizim Cukurovalilardan cok daha esmer gorunmekteler. 1924 TURK-YUNAN MUBADELESINDEN 1947 HINDU-MUSLUMAN MUBADELESINE: Elbette besbin senelik bir tarih sozkonusu olunca, yukardan asagiya, etnik yapi, dil, irk gibi konularda buyuk bir cesitlilik var. Insan aslinda boylesine cesitli irklarin ve kulturlerin oldugu bir ulkenin nasil oluyor da binlerce yil nisbi baris icinde yasadigini dusunmeden edemiyor. Hosgoru ve sekterligin ayni anda beraber yasamasinin bir ifadesi Hindistan aslinda. Bu besbin yillik tarih hem en uyumlu zamanlarin hem de buyuk katliamlarin sahidi olmus. En sonu da 1947'deki Ingilizlerin organize ettigi ve kacip gittikleri Hindistan-Pakistan bolunmesi. Iki milyon insanin hayatina mal olmustu bu bolunme. Ve bunun etkilerini hala gormek mumkun tum bu topraklarda. Ingilizlerin 1924'te Turkiyemizde yaptigi Turk ve Yunan halklari arasindaki nufus mubadelesinin hem de cok kanli bir devamini sadece 20 sene sonra Hindistanda yapmasinin sonucu. Bizim mubadelede isler iyi gitmisti belki ama Hindistan-Pakistan bolunmasinde durum hic te oyle olmadi ve iki milyon sucsuz insan hayatini yitirdi. Ingilizler ise elleri tertemiz sekilde Londra'larina donup Hintlilerin ve Dogulularin ne kadar vahsi oldukarinin edebiyatini yaptilar ve hala da yapmaktalar. GAZNELI MAHMUD VE SAH CIHAN'IN HINDISTANI: Beni Hindistana ceken en onemli sey Turklerin Hindistan tarihindeki yeri oldu. Bir muzik adami olarak Hint muziginde Turk muzigini buluyor olmam belki de beni bu baglantiyi arastirmaya sevketti. Bunun sonucunda daha 1000 yilindan once Alptikin ile baslayip Gazneli Mahmudun 1030'da devam ettirdigi Turk varligina ulastim. Sonraki yuzyillarda ise isimleri bizim modern Turk isimlerinden cok daha Turk olan Aybak, Iltutmis, Bugra Han, Tugluk, Balak Han gibi akrabalarimiz ozellikle de kuzey Hindistanda devletler kurup basari ile yonettiler. Bunlardan daha onemlisi ise Timurun torunu Baburun kurdugu ve yanlis sekilde Mogollara mal edilen Cagatay Turk devleti Mughal imparatorlugu oldu. Bugun Hindistanin ozellikle de kuzeyindeki hemen her sehirde Mughal'lardan kalma muazzam kaleler, saraylar, gozlemevleri ve tarihi eserler yer alir. Mesela Delhi'de , Agra'da, Hayderabad'da, Penjab'da dolasirken insanin kendini eski Anadolu sehirlerinde hissetmemesi mumkun degil. Her kose basinda bir kale, her su basinda bir kervansaray ve cesme sanki bize oralarin Turk gecmisini hatirlatir. Aslinda bunlarin en gorkemlisi de Sah Cihanin yaptirdigi Taj Mahal degil midir? Iste onda da Turk yaraticiliginin ve zerafetinin en guzeli bulunur. Asil Hindistan, kuzeydir buralarda. Guneydeki Tamilliler, Keralada yasayanlar, Karnatakadakiler ve hatta Bombayin oldugu Maharastra eyaletindekiler bir turlu Hindistanli olmayi kabullenemezler. Cunku dilleri ve tarihleri oldukca ayridir onlarin. Turk Mughal imparatorlugunun birlestirici etkisi buralara kadar inemedigi icin, onlar etnik kimliklerini korumus ve bugune getirmislerdir. ORTAK ILETISIM DILI: INGILIZCE MI? Mesela 1947'den sonra Hindistan devleti kurulunca, Hindi dilini ulusal dil haline getirmek icin cok caba sarfedildi. Bunun tum Hindistan halklarini birbirine baglayan bir kulturel yapi olacagi umut edildi. Ama bugun bile Guney eyaletlerinden insanlar Hindi diline karsi o kadar da ilgili degiller ve cogunlugu ogrenmemisler bile. Zaten okuma yazma oraninin cok dusuk oldugu genel nufus, kendi bolgesel kimligine simsiki sarilip bu tur ulusal birlik cabalarina cok fazla ilgi gostermemekteler denilebilir. Mesela arkadasim Parvathy Kalkuta civarlarindan, yani Bengalli ve Bengalce konusur. Kocasi Ravi ise Kerala eyaletinden ve mahalli dilini konusur bu bolgenin. Ikisi de birbirlerinin dillerini anlamazlar. Konustuklari konuya bagli olarak biraz Hindice ve cogu zaman da Ingilizce anlasirlar. Bu konuda Tamil Nadu eyaletinin en onemli merkezi olan Madras (simdiki adi Chennai) sehrinde bircok kulturlu Tamilliyle konustum. Hindi dilini konusmaktansa Ingilizce ogrenip konusmayi tercih ettiklerini buyuk bir gururla belirttiler. Benim hayretim uzerine da Ingiliz somurgecilerin dilini Kuzeyli yurttaslarinin dili saydiklari Hindi diline tercih edeceklerini hic dusunmeden ifade ettiler. Aklima Ataturkun dil konusundaki cabalarinin ve 90 sene onceki uzakgoruslulugunun ne kadar isabetli oldugu geldi. Son gun taksi ile Chennai havaalanina gelirken sofore sormustum, Jodha Akbar filmini gorup gormedigini. Bana ilk sorusu o filmin bir Tamil filmi olup olmadigiydi. Ben herhalde degil deyince, Tamilce olmayan filmleri seyretmediklerini belirtti, kisa ve net olarak. Yani Bollywood'un cabalari bile ancak biraz ise yaramakta bu konuda sanirim. YOLSUZLUK VAR AMA EN AZINDAN SOZU EDILEBILIYOR: Hindistan'in son senelerde gosterdigi atilim ve gelisme “buyume sancilarini” da beraberinde getirmis olmali. Cunku kaldigim onbes gun icinde hemen her gun gazete mansetleri yolsuzluk haberleri ile doluydu. En ilginc olani da cep telefonlarinin 2G lisansi konusundaydi. Mevcut hukumetin Iletisim Bakani A.Raj lisanlar icin ihale duzenlemek yerine hukumetin izniyle “ilk basvuran-ilk lisansi alir” turunden bir uygulama ile 2G lisanslarini milyar dolarlik sirketlere dagitmisti. Birileri ise bunu sorun haline getirip arastiriinca yolsuzluk ortaya sacildi. Ve Iletisim Bakani A.Raj ile bircok telefon sirketi yoneticileri rusvet ve yolsuzluktan hapse girdi. Simdilerde ise Basbakan Manmohan Singh'in istifasi istenmekte yuksek sesle. Cunku Iletisim Bakaninin amiri olarak Basbakanin bu yolsuzlukta birinci dereceden sorumlulugu var iddiasi one surulmekte. Hint halki bu yolsuzlukla ugrasadursun, bu sene emekli olmasi gereken Kara Kuvvetleri Komutani'nin dogum tarihi konusunda yeni bir yolsuzluk ortaya atiliverdi. Komutan dogum tarihinin yanlislikla 1950 yazildigini ama aslinda 1951 olmasi gerektigini belirterek bir sene daha emekli olmamasi gerektigini one suruyordu. Anayasa Mahkemesi bu seneye kadarki terfilerde bu Orgeneralin dogum tarihi konusunda hic itiraz gostermedigini gozonune alarak bu talebi geri cevirdi. Ve simdi Kara Kuvvetleri Komutaninin yil sonunda emekli olmasi beklenmekte. BIR ANNA HAZERE DE BIZE MI GEREK ACABA? Hindistan politikasi da Turkiye gibi ayni. Ama ilginc bir sekilde yolsuzluk haberleri hic sorunsuz ortaliga sacilabiliyor orada. Yani gazete sahiplerinin sistem ile cok fazla sorunu yok herhalde ki bu yolsuzluklari yazabilmekteler kolaylikla. Hemen her eyaletteki hukumet baska bir partiye ait olsa bile heryerden yolsuzluk haberi cikiyor. Bu konuda Turkiyeden cok daha ilerde sayilabilir Hindistan. Basin ozgurlugu gunluk hayatta daha fazla kendisini belli etmekte cunku. Belki bunda gecen sene uzun bir aclik grevi ile Hindistandaki yolsuzluklari protesto eden Anna Hazere adli yasli politikacinin cabalari etkili olmus. Belki bizde de bu tur eylemler mi gerekli acaba yolsuzluklarin ustune daha cesurca gidebilmek icin? HINDISTAN CEVRESINDE ISLAMCI DARBELER: Hindistandaki basin cevrede olan bitenlere oldukca duyarli olmali ki biz oradayken Maldivler adasindaki askeri darbe ile Bengaldes'te ortaya cikartilan Islamci Hizbut Tahrir'in karistigi askeri darbe tesebbusu oldukca yaygin sekilde tartisildi televizyonlarda ve gazetelerde. Hindistanin etrafindaki komsularinda Islamci guclerin yaptiklari faaliyetler, oldukca kirilgan bir dini yapiya sahip olan ulke acisindan cok onemli farzedilmekte. Cunku yaklasik 120 milyonluk musluman nufus acisindan bu asiri Islamci faaliyetler bolucu bir rol oynayabilir. Bunun en aci ornegini 2-3 sene once Bombay'daki otelleri bombalayan Islamci ajanlar gostermisti Hint halkina. O nedenle de Islamci orgutlerin karistigi faaliyetler burada cok yakindan izlenmekte. Gunu geldiginde, ABD Hindistanin direncini kirmak veya bir ders vermek istediginde zaten cok kirilgan olan bu Musluman-Hindu sorununu kolaylikla kasiyabilir ve Hint politikacilari bunu cok iyi gordukleri icin komsularindaki bu yonde olan gelismeleri yakindan takip etmekteler. Sonuc olarak, Hindistani anlamak oyle kolay bir sey degil. Tarihi var bunun, din farkliliklari var. Etnik ve dil farkliliklari var. Bizim Turkiyede Artaturk'un onderliginde 90 sene once yapmaya calistigimiz ve oldukca basarili bir seyir izleyen dil, kultur, laiklik gibi konulardaki devrimleri dusununce ne kadar sansli oldugumuzu anliyoruz. Soyle bir dusunun: Trabzonlu Temel karni acikinca lokantaci Antep'li Seyhmuz'dan Ingilizce konusarak bir kurufasulye ile pilavi siparisi vermek zorunda kalabilirdi! Ne demek istedigimi anlamak icin Bengalli Parvathy ile Kerala'li Ravi'nin evliligini anlattigim bolumu hatirlayin sadece. ******************************** ISTIKLAL MARSI TARTISMALARINA SOVYETLER BIRLIGINDEN BIR CEVAP SOVYET MILLI MARSI TARTISMALARINDA, STALIN'IN ANAVATAN, KIZIL ORDUNUN KAHRAMANLIGI VE SOSYALIZM VURGUSU LATIF BOLAT
Yeni anayasa tartismalarinin içine simdi de Mehmet Akif Ersoy'un sözlerini yazdigi ve Osman Zeki Üngör'ün bestesini yaptigi Istiklal Marsimizi da soktular. Ertugul Özkök'ten, Mehmet Ali Sahine , oradan neo-liberallere, sözde solculara varan çok degisik sahsiyetler, Istiklal Marsimiza düsmanlikta birlesmis gibi görünüyorlar. Sanki üzerinde tartistiklari Eorovizyon'a ismarlanan bir pop sarkisiymis gibi, sözlerini hiç düsünmeden ve derinligine incelemeden uzatip duruyorlar. Çünkü amaç bellidir; Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal'in yarattigi her kazanima düsmandirlar ve Türkiyede bunlarin hiçbirini miras olarak görmek istememektedirler. Türkiyemizin Istiklal Marsina kimileri söz-ses uyumu konusunda saldirirken, kimileri de içinde geçen vatan, direnis, anti-emperyalizm gibi degerler açisindan saldirmaktadir. Elbette burada amaç üzüm yemek degil bagciyi dövmektir. Bu açidan bakilinca Sovyetler Birliginin o ünlü milli marsinin ortaya çikis sürecini hatirlatmakta yarar gördük. Mustafa Kemal'in Istiklal Marsi ile ilgili tutumunu Stalin'in 1943'teki Sovyetler Birligi milli marsinin yaratilmasinda da aynen görmekteyiz bu kisa öyküde. Çünkü Türk milli marsi birinci dünya savasindaki anti-emperyalist duygular içinde yazildigi gibi, Sovyet Milli Marsi da ikinci dünya savasinin tam da ortasinda ayni anti-emperyalist direnis sirasinda ortaya çikmistir. Ve bu nedenle iki marsin ortakligi vardir bu konuda. STALINGRAD SALDIRISI HITLER'IN SONU OLURKEN SOVYET MARSI DA DOGAR! Hitler ordularinin Stalingrad'a saldirilari nihayet durdurulmus ve fasist Almanlara karsi Stalin karsi-saldiriyi baslatmisti. Finlandiya'dan Karadenize kadar kuzeyden güneye elli sekiz Sovyet ordusu Hitleri taa Berline kadar kovalayacaklari bir zafer kosusuna çikmislardi sanki. Tam bu anti-fasist saldirinin basinda Stalin Sovyet liderlerine Enternasyonal yerine geçecek yeni bir Sovyet Milli Marsi olusturulmasi fikrini açiklar. Bu yeni mars, Sovyetler Birliginin fasizme karsi bu basarisinin gururunu ve zaferini yansitacaktir. Böyle bir marsin bulunmasi için en kestirme ve iyi yolun tüm Sovyet halklarindan bestecilerin ve söz yazarlainin katilacagi bir yarisma açilmasidir. Stalin'in önerisi ile Merkez Komitesinden sivil temsilci Molotov ve Kizil Ordu temsilcisi Maresal Voroshilov sözlerin yazilmasina önderlik ederken ünlü Sovyet bestecileri Shostakovich ve Prokofiev te marsin müzigi üzerinde çalisacaklardir. TÜM SOVYET HALKLARINDAN BESTECILER YARISIR Bu marsin Sovyet Devriminin yildönümü kutlamalarina yetismesini isteyen Stalin, 1943 Eylülünün sonlarinda bir beste yarismasi düzenlenmesini ister. Bu yarismaya tüm Sovyet halklarindan besteciler katilir. Ve bu yönlendirme dogrultusunda Ekim ortasinda aralarinda Özbeklerden, Gürcülerden ve Rus Yahudilerinden bestecilerin yer aldigi 54 besteci, geleneksel kostümleri içinde Moskovada bestelerini sunarlar. Daha marsin müzigi konusunda karar verilmeden önce Stalin Sovyet sairlerinden Sergei Mikhalkov ve El-Registan'I bizzat marsin sözlerini yazmak üzere görevlendirir. Sairler marsin ilk denemesini Stalin'e hemen gönderirler. 23 Ekim'de Merkez Komitesi marsin sözlerini degerlendirmek üzere toplanir. Sairler içeri girdiklerinde Maresal Voroshilov “Sözleri okuyor” der. O'nun kim oldugunu tahmin etmeye gerek yoktur çünkü o Stalin'in kendisidir. Ve iki dakika sonra Stalin Voroshilov'u çagirip marsin sözlerini geri verir. “Yoldas Stalin bazi düzeltmeler yapti” diyecektir sairlere. Marsin kabul edilip kesinlesmesine kadar bu cümle sik sik duyulacaktir. Çünkü Stalin bu milli marsin önemini çok iyi kavramistir anti-emperyalist savas kosullarinda. “VODKA YERINE ÇAY VERIN KI MARSIN SÖZLERI YAZILIP BITSIN” Disisleri Bakani Molotov, sözlere baris ile ilgili eklemeler yapilmasini önerir. Voroshilov sairlere dönerek “Bunu bitirmeden bir yere gitmek yok. Onlara sadece çay verin yoksa vodkaya baslayacaklar ve bitiremeyecekler” der ve sözleri sonuçlandirana dek çalismalarini ister Kremlin sarayinda verilen özel odada. Geceyarisina dogru Stalin kendisine verilen son kopya üzerinde kirmizi kalemiyle yaptigi degisiklik ve düzeltmeleri Molotov ve Voroshilov'a gösterip ayni fikirde olup olmadiklarini sorar. Ve 26 Ekim günü, marsin juri heyeti baskani olarak Maresal Voroshilov otuz kadar besteyi Bolsoy Tiyatrosunun Beethoven salonunda tek tek dinler. Birdenbire içeri Stalin girer ve yarismanin sonuna gelinir. Salonda tüm Merkez Komitesi vardir: Stalin, Beria, Molotov, Voroshilov ve besteciler Shostakovich ile Prokofiev. Söz yazarlari salona girdiginde Stalini bembeyaz Maresal üniformasi içinde oldukça enerji dolu olarak bulduklarini belirtirler yillar sonra. Stalin bu yeni marsa çok önem vermektedir ve bunun siyasi ve psikolojik önemini çok iyi bilmektedir savasin ortasindaki Sovyet halklari için. SHOSTAKOVICH VE PROKOFIEV: MARSIN KLASIK BEKÇILERI Stalin besteciler Shostakovich ve Prokofiev'e marsin orkestrasyonu konusunda sorular sorduktan sonra bestelerin üzerinde çalismalar yapip sonuçlandirmalari için bes gün daha verir onlara. Ertesi sabah 3'te, Stalin'in kabine sefi Poskrebyshev söz yazarlarini arayip Stalin'in sözleri onayladigini ama sözleri kisa ve biraz zayif buldugunu belirtir. Marsa bir kita daha ekleyip Kizil Ordu'nun kahramanligi ve fasistlerin ezilmeleriyle ilgili sözler eklemelerini ister Stalin. Churchill ve Roosevelt ile olan “üç büyükler” konferansinin oldugu o günlerde bile Stalin'in tüm dikkati bu yeni milli marstaydi. Hemen ertesi gün, 1 Kasimda Beria, Molotov ve Voroshilov ile beraber, Beethoven Salonunda 4 saatte 40 milli mars bestesi dinlediler. Ve o günün aksami karar verildi. BESTE A.V.ALEXANDROV'DAN Maresal Voroshilov o aksam söz yazarlarini arayip A.V.Alexandrov'un bestesinin seçildigini ve yazdiklari sözlerin bu besteye uyarlanmasini isteyip, telefonu Stalin'e verdi. Stalin söz yazarlarina söyle dedi: “Sözleri oldugu gibi birakabilirsiniz. Fakat nakaratlardaki ‘Sovyetlerin ülkesi' yerine ‘Sosyalizmin ülkesini' kullaniniz”. Söz yazarlari tüm gece kendi sözlerini Alexandrov'un bestesine uyarlamak için çalistilar ve sabah yeni Sovet Milli Marsi hazirdi. Ertesi aksam Stalin, Malenkov, Beria, Voroshilov ve Molotov bir masa etrafinda besteciler ile toplanmislardi. Herkes birbirini tebrik etmek için el sikismaktaydi. Savaslar kazanilmis ve bu zaferin marsi yazilmisti. STALIN'DEN ANAVATAN KAVRAMINA VURGU Stalin herkese “hersey nasil” diye sormaktaydi ama marsin sözlerinden hala rahatsizligi var gibi görünmekteydi. “Anavatan”in marstaki rolü üzerine vurgu yapilmasini istemekteydi. Söz yazarlari hemen odalarina çekilip anavatan vurgusunu marsin sözleri içine yerlestirdiler. Stalin Shostakovich'in orkestrasyonla ilgilenmesini istedi. Beria “simdi hepsi tamam” derken Malenkov marsin tamamini dinlemeyi öneriyordu. Stalin bu yeni Sovyet Milli Marsi hakkinda çok hevesli sekilde övücü seyler söyleyip duruyordu. “Bu yeni mars, gökyüzünü ve cenneti sonu olmayan dalgalar gibi yarip geçiyor” diyordu. Bolsoy Tiyatrosundaki ilk gala gecesinde Stalin tüm bestecileri kendi locasina davet etmisti ve hemen sonra da büyük bir kutlama yemegi vermisti onlarin onuruna. Yemekte yeni Milli Marsin söz yazarlari Mikhalkov ve El-Registan hizla votkalarini içerken, Stalin onlara yaklasip “Kadehlerinizi neden böyle hizli tüketiyorsunuz. Sarhos olursaniz sizinle konusmak için tum ilginçliginizi kaybedeceksiniz” diye saka etmekteydi. YENI MILLI MARS YUKARDAN ASAGIYA TÜM SOVYET TOPLUMUNDA Yeni milli marsla ilgili heyecan Politburo üyelerinden asagiya dogru tüm Sovyet insanini sarmisti. Yeni marsin tüm ülkeye açiklandigi aksam Molotov Ekim Devrimini kutlama töreni hazirlamisti. Bu kutlamalarla 1930'larin yoksullugundan ve Hitler saldirisinin getirdigi karanliktan, refah içinde ve ayaga kalkmis bir Sovyet toplumuna dogru gidisin isaretleri veriliyordu. Bu kisa hikayeden, ülkelerin Milli Marslarinin öyle tesadüfi sekilde ve sartlarda yazilmadigini, tüm bir halkin savasinin ve özverisinin bir sonucu olarak yaratildigini anlamak gerek diye düsünüyoruz. Türklerin milli marsinin yaratilma ve yayginlastirilma süreci de buna benzer ve hatta daha da derin anlamlar tasiyan bir süreçtir. Çünkü Istiklal Marsimiz yedi düveli alt ettigimiz bir Kurtulus Savasinin ürünüdür.
EK: Sovyetler Birligi Milli Marsinin kismi çevirisi: Sözler: Sergei Mikhalkov Beste: A.V.Alexandrov
Dostluk ve emekte sonsuza kadar birlestik. Bizim müthis Cumhuriyetlerimiz sonsuza kadar yasayacaktir. Büyük Sovyetler Birligi yüzyillarca varolacaktir. Insanlarimiz rüyalarinin kalesinde güvendedir. Çok yasa bizim insanimizin müthis elleri tarafindan insa edilmis olan Sovyet anavatanimiz Çok yasa birlesmis ve bagimsiz halkimiz Ates aliinda sinanmis olan dostlugumuz çok güclüdür. Bizim Kizil bayragimiz çok yasa, tüm insanligin görecegi gibi zafer isiklari içinde parla.
Gözlerimiz gökyüzündeki özgürlügün parlayan günesini gördü. Halkimiza güvenen büyük liderimiz Stalin, Bu asiki oldugumuz vatani insa etmek için ilham verdi. ******************************** “ARAP BAHARI”NIN ILK DEVRIMINDEN SOKAK IZLENIMLERI TUNUS NEREYE GIDIYOR SORUSUNA TUNUSLUNUN CEVABI LATIF BOLAT/ TUNUS Gece yarisina dogru, adini büyük Kartacali komutan Hannibalin memleketinden alan Tunus'un Carthage havaalanina indik. Tunuslular da aynen Türkler gibi. Uçagin tekerleri yere deger degmez kendiliginden bir alkis firtinasi kopuverdi yolcular arasinda. Iki saatlik uçusun stresini atmak icin olmali. Ama mütevazi sayilabilecek Carthage havalimaninin bavul alma yerine geldigimizde sakin ortam birdenbire yerini büyük bir kaosa birakacakti. Ikiyüz kisilik uçaktan yaklasik elli yolcunun bavullari Istanbul'da kalmisti! Onun da üstüne, en azindan on yolcunun bavullari açilmis ve içinden esyalar alinmisti. Ortada dolanan Tunuslu polise sikayette bulunan ve “kutsal Ramazan ayinda” böyle bir hirsizligin günahinin büyüklügünü anlatmaya çalisanin sadece ben oldugumun farkina varinca sustum çaresiz. Tunuslu yolcular, gayet alismis bir sekilde “kayip bavul” kayit yerindeki kuyrukta yerlerini almislardi bile. Kaybolan bavullarimiz sag salim iki gün sonra elimize geçecekti. HER ON TUNUSLUDAN YEDISI 30 YASINDAN GENÇ Tunis sehrinin Istiklal Caddesi sayilabilecek olan Habib Burgiba Bulvarindaki otelimize vardigimizda saat sabahin ikisi olmustu. Bulvardaki tüm kafeler, lokantalar, barlar ve hatta alti seritli bulvarin tüm kaldirimlari insan kaynamaktaydi. Gündüzleri 45 dereceyi bulan bu Ramazan gününde insanlar ortama ayak uydurup “gündüz insan-gece kurt” olmaktaydilar herhalde.
Atatürk'un ögrencisi sayilan, Tunus'un kurucu baskani Habib Burgiba'nin bu Kuzey Afrika ülkesinden oldukça modern ve ileri bir ulus yarattigi ziyaretimizin daha ilk saatlerinde anlasiliyordu. Ilk izlenimlerin en çarpici olani, kadinlaiin ve genç kizlarin özgürce gecenin saat ikisinde yollarda dolasmasi ve hiçbirinin basinda türban benzeri bir örtünün bulunmamasiydi. Bana eslik eden genç Tunuslu müzisyen arkadasim, tek tük görülen türbanin, Tunusu geçen sene vuran “Arap Baharindan” bu yana meydana geldigini belirtmekteydi hemen. BU DEVRIMDEN IS ÇIKMADI, YENISINI ISTERIZ! Adina simdilik Hassan diyecegim bu arkadas, Tunus devrimini aktif olarak basindan beri destekleyen biriydi. (Asil adini veremiyorum, çünkü henüz hesaplasmasi bitirilmemis bir devrim sartlarinda bu tehlikeli olabilir arkadasim için). Daha tanisali iki saat olmasina ragmen, Hassan çok önemli seyler belirtmekteydi Tunus'un son bir yili hakkinda. En çarpici ifadesi, Tunus'ta her an yeni bir devrim bekledikleriydi. Çünkü geçen yilki devrimin tek kazanci eski cumhurbaskani Ali'nin Suudi Arabistana kaçip gitmesiydi. Onun disinda hersey hala havadaydi. Ekonomik sorunlar, giderek artan issizlik, toplumdaki güvensizlik ortami, ve adi polisiye olaylardaki artis, ortamin barisçillasmasina ve istikrarin kurulmasina en büyük engellerdi. Otelimin etrafinda gece yaptigim yarim saatlik geziyi duyunca Hassan bir daha gece bu saatlerde böyle riskli birsey yapmamami tavsiye edecekti korku içinde. Çünkü uyusturucu, hirsizlik ve fahiselik bu sokaklari yürünmez hale getirmisti ona göre devrimden bu yana. 25 BIN DOLARA PARALI TERÖRISTLIK Tunus'un 10 milyon nüfusunun yaklasik yüzde 70'i 30 yasin altinda. Ekonominin motoru turizm ve fosfor madenciligi olunca istikrarin kurulmasindaki zorluklar da belli oluyor elbette. Bu kadar genç bir nüfusa is yaratilmasi ve tatminkar bir hayat sunulmasinin zorlugu da cabasi. O nedenle Suriyedeki Esad karsiti terrörist parali askerlerin arasinda önemli sayida Tunuslu gencin olmasi oldukça anlasilabilir. Suudilerden ve Katarlilardan gelen adam basina 25 bin dolar ücret issiz Tunuslu gençlerin aklini çelmeye yetiyor olmali. Bir de tüm bunlarin üstüne Selefi ve Vahabilerin Suudi destekli sözde Islamci faaliyetleri eklenince, eski rejimdeki kismi istikrar yerini tam bir bilinmezlige ve olumsuz beklentilere birakmis gibi görünmekte. ISLAM DÜNYASINDA GELEN GIDENI ARATIYOR MU? Basinda türbani ile sohbetimize katilan Tunuslu genc bir stajyer doctor kadin, Selefilerin dini baskilarinin önemli ölçüde arttigini belirtiyor ve eski baskan Ali döneminde yolsuzluklarin cok fazla olmasina karsin, istikrari olan bir Tunusta yasadiklarini söylüyor. Türkiye konusundaki en önemli izlenimleri ise Erdogan'in Israile karsi yaptigi “One Minute” çikisi ile ilgiliydi. Bu konuyu sadece on dakikalik bir tartisma ile açikliga kavusturunca, Tunuslu gençler medya tarafindan nasil yönlendiridiklerini de itiraf etmek zorunda kaldilar. Bu örnekten, Amerika ve Erdogan'in sahneye koyduklari “One Minute” tiyatrosunun diger Arap ülkelerinde oldugu gibi Tunus toplumunda da ne denli etki yarattigini görmüs oluyorduk. Ulusal bayragi bile Türk bayraginin çok benzeri olan ve Osmanlinin üç-dört yüzyil uzaktan yönettigi Tunus ve Kuzey Afrika hakkinda daha fazla seyler bilmemiz gerektigi, daha ilk günden belli oluyordu bu gezimizde. ******************************** BARISA SON VEREN BARIS: Osmanli Imparatorlugunun yikilisi ve Modern Orta Dogunun Yaratilisi, Yazari: David Fromkin, Epsilon Yayinevi, 2004 Latif Bolat "Tarih tekerrürden ibarettir" deyimini hatirladigimiz su günlerde belki de okunabilecek en güzel kitaplardan birine rastlamak kadar güzel bir tesadüf olamazdi sanirim. Bu kitabi Göreme'deki turistlerden arda kalan eski kitaplari satan bir kuçuk kitapçidan almistim. Asli Ingilizce olan bu kitabi üç gün içinde bitirip Türkce'de yayinlanirsa ne denli güzel olacagini düsünerek büyük kitapevlerini dolasmaya ve Türkce baskisi yapilip yapilmadigini arastirmaya basladim. Sonunda büyük bir mutlulukla bu kitabin Epsilon yaiinlarindan 2004 baharinda çiktigini ögrendim. Kitap Türkçeye Barisa Son veren Baris olarak çevrilmis ve sayin Zafer Toprak'in önsözü ile yayinlanmis. Birinci Dünya Savasi, Orta Dogunun yaratilmasi, Osmanlinin paylastirilmasi ve Türk Kurtulus Savasi konusunda dis dünyada yayinlanan en güzel ve en yetkili kitaplardan biri olarak her yutseverin el kitabi olmasi gerektigini düsünüyorum. David Fromkin adli yazarin, Birinci Dünya Savasi öncesi ve sonrasi ile ilgili tüm Ingiliz, Fransiz ve Amerikan belgelerine dayanarak olusturdugu ve çok kolaylikla okunabilen bu kitap Yirminci Yuzyilin Türkler açisindan en büyük hirsizligi ile açiliyor: Türk milletinin büyük fedakarliklari ile biriktirdigi paralarla, Osmanlinin her kösesinden toplanilan bagislaarla Ingiliz tersanelerine ismarlanan Resadiye ve Sultan Osman 1 adli modern savas gemilerine Churchill'in yasadisi bir kararla 31 Temmuz 1914 günü el koymasi. Gemilerin insasi bitmistir ve Istanbul'a dogru yola cikmasina iki gün kalmistir. Osmanli donanmasindan bahriyeli subaylar da Londra'ya gelmisler ve memlekete bu son derece modern gemileri götürmek üzere sabirsizlikla beklemektedirler. Hatta gemilere yakit bile doldurulmustur. Fakat, ihtiraslari nedeniyle kendi politikacilariyla bile hiç geçinemeyen ve Ingilterenin savas politikalarinin mimari olan Churchill, yogunlasmakta olan savas rüzgarlarini sezince, Türklerin denizdeki gücünü son derece arttiracagina inandigi bu iki savas gemisine, tüm uluslararasi hukuku çignemek pahasina el koymaya karar verir. Iki gün sonra da Enver Pasa Osmanlilar ile Almanya'nin kaderini Birinci Dunya Savasinda birlestirecek olan gizli anlasmalari yapar. Yani bu gemi hirsizligi bir bakima Osmanlinin Almanya safina kesin olarak atilmasina son bir tesvik olarak rol oynar. Böyle çok ta bilinmeyen bir tarihi olayla baslayan kitap, Çanakkale Savasi, Istanbul'un isgali, Orta Asya'yi da içine alan “Büyük Oyun”u, Hartum'dan Sam'a, Kahire'den Istanbul'a dönen savas dolaplarini büyük bir titizlikle ve bir roman havasinda anlatmakta çok basarili oluyor. Ingiliz emperyalistlerinin nasil olup ta çok milletli ve kültürlü Osmanlinin yapisindaki sorunlari kullanip Arap'lari “istiklal” vaatleri ile peslerine düsürüp binlerce Arap ve Türk gencini Hicaz'in, Suriyenin ve Irak'in çöllerinde ölümden ölüme sürüklediklerini gözleriniz yasararak okuyorsunuz. Okurken de 2000'li yillar ile ne denli bir paralellik tasidigini görüyorsunuz. Gerek Turkiyedeki Kürt sorununu, gerekse Irak'taki Sii ve Kürt problemlerini, Amerikalilarin ve Avrupalilarin yine ayni sekilde tepe tepe kullandiklarini farkediyorsunuz. Hollywood'taki meshurlugu Arabistandaki savas meydanlarindakinden çok daha büyük hale gelen Ingiliz casusu T.H.Lawrence ve Ingilizlerin meshur arkeologlarindan Gertrude Bell'in birinci emperyalist paylasim savasindaki ajan rollerini bu kitapta her asamada takip edebiliyoruz. Bunlarin faaliyetleri de günümüzdeki Soros destekli NGO'lari hatirlatmakta bize. Kitapta satir satir tüm Orta Dogunun kaderinin çizildigi ve bölge tarihinin Ingilizler eliyle yazildigini takip edebilirsiniz. Suudi Arabistan'in, Suriye'nin, Irak'in, Ürdün'ün ve Israil'in Osmanli topraklarindan adim adim çikarilip, savas masasina serilen bir harita üzerinde hiç yoktan var edildigini kolaylikla izleyebilirsiniz. Hicaz Emiri Hüseyin'in, ogullari Faysal ve Abdullah'in asiret reisliginden devlet kuruculuguna Ingiliz Emperyalizmi tarafindan nasil getirildigini okuyunca, hemen Kuzey Irak'ta Barzani ve Talabani'nin yükselislerini hatirliyoruz. Yani bu kitap bize sadece geçmisi degil günümüzü de anlatmaktadir. Yazari David Fromkin 100 yil önce olup bitenlerin günümüzü nasil etkiledigini çok ta isabetli olarak söyle anlatmaktadir: “1922 anlasmalari sadece geçmise ait bir sey degildir. Bu günümüzdeki Orta Dogu savaslarinin, anlasmazliklarinin ve politikalarinin tam da kalbindedir. O zamanki Ingiliz basbakani Lloyd George'un. Churchill'in ve ordu komutani Kitchener'in Orta Dogu üzerine baslattiklari konular, günümüzde bile silah zoru ile Beyrut'un yikilmis sokaklarinda, sessizce akan Firat nehrinin kiyilarinda ve Incil günlerinden kalan Ürdün nehrinin sularinda sorgulanmaktadirlar.” Böyle bir bakis açisiyla, Barisa Son Veren Baris, okuyucusuna son yüz yilda bölgemizde olan biteni anlayabilmesine büyük bir yardim kanali açmis oluyor. BOP planlarini, özellikle de Suriye ve Irak'ta olan biteni anlamak ve anlatmak için çok büyük bir silah bizlere. Barkod : 9789753316460 ******************** 1600 SENE ÖNCE KAPADOKYA'DA GERÇEKTEN “YER GÖK ASK” IMIS! Latif Bolat Bir varmis bir yokmus. Kapadokya'nin bir yerinde bir “Asmali Konak” varmis. Ve “Yer Gök Ask” doluymus bu beldede. Hiç te gerçek Kapadokya'nin insanlarina benzemeyen insanlar gelir giderlermis buradaki konaklara ve kimin eli kimin cebinde hiç belli olmazmis. Hemen her hafta evin agasinin bilmemne kadar sene evveldeki hizmetçisinden bir oglu çikip gelir ve aileye katilirmis. Esas oglanlarin esas kizlarin iliskileri her zaman öyle problemli ve çetrefilli olurmus ki komsular artik kim kiminle ne yapiyor merak bile etmez hale gelmisler. TV DIZILERI SAYESINDE KESFEDILEN VATAN TOPRAGI Türkiye'mizin son kesfedilen “ turizm cenneti” olan Kapadokya'nin televizyon dünyasindaki simdiki hali bu iste. Yukarda isimlerinden bahsettiklerimiz de dahil, televizyon dizileri olmasa Türk milletinin varligindan bile haberdar olup ta hacca gider gibi ziyaretlere gitmedigi bir yerdi burasi bir zamanlar. Anadolu bozkirinin tam ortasinda kimselerin ugramadigi unutulmus bir vatan kösesiydi. Taa ki Istanbullu TV yapimcilarinin dikkatlerini çekene kadar. TARIHIN DERINLIKLERINDEN KAPADOKYA MANZARALARI Türkiye'nin cografi olarak tam ortasinda yer almasina karsin Türklerin pek fazla kiymetini bilmedigi bu yerin manzarasi tam 1600 sene evvel bir baskaydi. Yil 400'ler gibidir; Hz.Isa'dan dört yüzyil sonra, Hz.Muhammed'den 200 yil kadar önce. Hristiyanligin daha yeni yeni yayildigi ve legal olmaya basladigi yillar. Bizans Imparatoru Büyük Konstantin'in bir rüya üzerine kendini ve Bizans milletini “Hristiyan” olarak ilan etmesinin üzerinden daha yüz sene bile geçmemistir. Ama zaten her kösesinde doga ile içiçe yasamanin yarattigi ortamdan dolayi, mistik kültürün Göbekli Tepe'nin kuruldugu 13 bin seneden bu yana boy verdigi bir toprak Anadolu. Kapadokya'da da ilk hristiyanlarin en onemlisi yasar bu senelerde. KAYSERI'DEN BIR AZIZ YÜKSELIR Evliya Basil Kayserilidir, Kapadokya'nin Dogu sinirlarindan. O zamanlar Caesarea'dir buranin adi. Dünyanin hengamesinden kaçip Tanrisiyla basbasa kalabilecek yer ararken yolu Kapadokya'ya düser bu azizin. Zaten Hititler'in baslattigi magaralarda yasama fikri ve bölgenin dis dünyadan ayrilmis olmasi Basil için bulunmaz bir firsattir. Burada tabiatin yarattigi yüzlerce magara bu tür meditasyonal bir mistik tecrübe için çok uygundur. Ve Basil ile yüzlerce hristiyan dervis buraya yerlesirler. Tabiatin yarattigi magaralar ve doga düzeni ile de yetinmezler. Tirnaklari ile yeni magaralar kazip, küçüklü büyüklü kiliseler, yemekhaneler, saraphaneler, mutfaklar, yasama alanlari, toplanti yerleri kazarlar. Sonuçta Kayseri'den baslayip Ihlara vadisine, Derinkuyu'dan baslayip Avanosa kadar binlerce kilise, sapel ve yasama alanlari yaratirlar. MAGARALARDAKI MANASTIRLAR SUFI TEKKELERINE ILHAM Aziz Basil burada Hristiyan Ortodoks manastir hayatinin temellerini atar, kurallarini koyar, Ortodoks mistik geleneginin dogumuna sebep olur. Göreme'nin tepelerinde, Ürgüp'ün vadilerinde, Kaymakli'nin yeralti sehirlerinde artik binlerce hristiyan dervis uzun giysileri ile ya bag çapalarken, ya da küçük ve ulasilmaz magaralarda Tanriya ulasmaya çalisirken görülür. Yani Ortodoks Bizansin ruhaniyatinin kalbi Kapadokya'nin vadilerinde ve magaralarinda atmaktadir o günlerde. Hititler'den bu yana süregelen medeniyet varligi Aziz Basil'in katkilariyla, insanin “görünmeyen alem”in sirlarina ulasma çabalarinda yepyeni ve çok önemli bir asama teskil edecektir Kapadokya'da. KAPADOKYA OVASI MISTIK YUVASI Aziz Basil'den tam sekiz yüzyil sonra bir baska gönül eri, Haci Bektas Veli yine Kapadokya'nin bir ucundan mistik alemin sirlarini aydinlatmada Türk milletine bir el verecektir. Aynen Aziz Basil'in Bizans topraklarinin dört bir yanina gönderdigi dervisleri gibi Haci Bektasin erleri de Kahire'den Budapeste'ye; Dobruca'dan Varna'ya kadar tüm Türk topraklarinda aydinlanmanin ve insan sevgisini esas alan bir medeniyetin isimsiz kahramanlari olacaklardir gelen yüzyillarda. Kapadokya sadece televizyon dizilerinin sayesinde kültür dünyamiza girmemelidir. Turistlerin yillar önce farkina vardigi mistik tarihiyle Türk ziyaretçiler arasinda da hakettigi ilgiyi bulmalidir. Böyle olursa kendi insanimiz da Kibele'den Aziz Basil'e, Haci Bektas'tan Balim Sultan'a bir dizi tarihi ve mistik sahsiyete ev sahipligi yapan bu gizemli topraklari gezerek, kendi hayatlarinin da anlamini kavramada bir sürü ipucu kesfedip evlerine döneceklerdir. *************************************** EDIP HARABI'NIN IGNELI DILINDEN: NERDE O ESKI RAMAZANLAR! 1910'lardan 2010'lara memlekette degisen birsey yok galiba. LATIF BOLAT Bu senenin Ramazan ayi da bitti bitiyor iste. Sag olana otuz gün geldi de geçti bile. Çok yakinda her köse basina her belediyenin kurdugu “iftar çadirlari” ortadan kalkacaktir. Oruc tutmakla tutmamak arasindaki mahalle baskisi kalmayacaktir artik. Hele de Seker Bayramindan sonra hersey normale dönüp vatandaslar biraz da memleketin hal-i ahvaliyle ilgilenmek firsatina kavusacaklardir. Mesela Suriye sinirimizin ortadan kalkmak üzere oldugu, Hakkari ilimizin ne kadar bizim ilimiz kaldigi, kutsal Ramazan ayinda bizim sagladigimiz silahlar sayesinde yüzlerce müslümanin Suriyede kaninin akitildigi gibi hallerimizi düsünmek icin biraz daha zamani olacaktir necip Turk milletinin. Vatandasin ekonomik durumunu iyilestirip herkesin rahatini saglamak kaygisi olmayanlarin, 10 bin kisilik, 20 bin kisilik iftar çadiri yarismalari ile sadaka ekonomisini her sene daha üst seviyelere çikarmasini normal bile karsilar olduk artik. Fakir fukaranin dagitilan” iftar paketleri” ile her sene asagilanmasinin bir siniri olmali degil mi? Neden acaba bu paketler her sene ayni mahallelerde ve ayni insanlara dagitilmak zorunda kalinir? Neden acaba bu ayni aileler bir türlü yoksulluk sinirini asip ta kendi iftar malzemelerini alamaz durumda kalirlar onlarca senedir? Asil marifet, senede bir ay bu insanlarin karnini doyurmak degil, onlari insanca yasamanin seviyesine çikarmak degil mi ki? Iste bunlari düsünüp dururken, Osmanlinin çatir çatir yikildigi ve her gün baska bir uzak yurt parçasini elimizden emperyalistlere kaptirdigimiz 1910'lu yillardan ayni konularda sikayetlerini beyan eden Edip Harabi'nin siirsel yakinmalarini bulduk Harabi Divaninda. Aradan gecen 100 yilda zerre kadar birseyin degismemis olmasina mi hayret edelim, yoksa kutsal degerlerin hiç çekinilmeden politika malzemesi yapilmasina mi yanalim bilemedik Harabinin sözlerini dinleyince. Büyük Ittihatçi Edip Harabi, dili sivri, kalemi keskin, lafini sakinmaz, hayatin tam ortaiinda her sey konusunda fikir belirtir bir yüce Türk erenidir. 1853'te dogmus ve Osmanlinin tarihe gömüldügü Cihan Savasinin bitiminde, 1918'de bu aleme veda etmistir. 1910'larin Istanbulundaki Ramazan aylarinin çok yakin ve elestirel bir portresini verir bize asagidaki siiriyle. Ne dersiniz 2010'lar Istanbulunu hatirlatmiyor mu Harabi Babanin gözlemleri. Almis sazini eline, bakalim ne soylamis Edip Harabi üstadimiz:
Oruç ayi degil sehr-i ramazan Dürlü dürlü yemek yemek ayidir Ibadet etmeye olmuyor imkan Zira bir eglenmek gülmek ayidir.
Bu ayda gör nefse edilen hizmet Baska ayda böyle edilmez gayret Her türlü ta'ama olunur ragbet Kaymakli baklava börek ayidir.
Bu mübarek ayda olan rezalet Hiç bir vakit olmaz olan delalet Herkes zevk ediyor nerde ibadet Fazla fazla günah etmek ayidir.
Tiyatro, hokkabaz, cambaz, pehluvan Her nerde varsa giderler heman Calgilar çalinir açik her mekan Hovardalik etmek gezmek ayidir.
Bu ahvali görüp almali ibret Fasiklara olsun sad hezar lanet Teravihden sonra artar muhabbet Sabaha dek güzel sevmek ayidir.
Ey Harabi bu ay günah edenler Her zamandan fazla oruç yiyenler Bu hal ile oruç tuttum diyenler Insan degil mutlak esek ayidir. ********************************** "DUSUNCE TANKLARI" VE "BEST SELLER" KITAPLARI: Latif Bolat "Think Tank'lar" tarihin en eski zamanlarindan beri buyuk devletlerin bolge veya dunya egemenliklerini surdurmlerinin, belki de silahli ordulari kadar onemli gorevler yukledikleri kuruluslaridir. Bunlari sadece "dusunce kuruluslari" olarak Turkceye cevirmek te pek dogru degil. Gercek anlamiyla bunlar "dusunce tanklari"dirlar. Siyaset tarihinde sadece bu "dusunce tanklarinin" yaptiklari veya soylediklerini takip ederek "siyaset falciligi" yapmak bile mumkundur aslinda. Mesela iyi bir siyaset bilimci, Hoover Institute, Brookings Insitute, Smithsonian Institute gibi kurumlar ile Foreign Affairs turunden basili yayinlari izleyerek ABD'nin gelecek 5-10 yil icindeki stratejisini tahmin edebilme imkanina sahiptir bile diyebiliriz. Cunku "think thank"larda isleyis genellikle soyle oluyor: Amerikan hukumeti zaten aralarinda isbolumu yapilmis olan bu dusunce kurumlarindan Orta Dogu ile ilgili bazi ozel raporlar ve tahlilller gelistirmelerini istiyor. O kurumun icindeki uzmanlar hemen ellerine verilen milyonlarca dolar fonlar ile seyahatlerine ve veri toplama islerine basliyorlar. Kimileri Orta Dogudaki ulkelere gidip orada mahalli olarak kullanabilecekleri kisileri projeye katiyor. Tum bu calismalarin sonucunda da genellikle New York Times tarafindan Best Seller yapilacak olan bir kitap yayinlaniveriyor. INGILIZLERDEN OGRENDILER Gecmise bakildiginda ise bu tur calismalarin taa Ingiliz Imparatorlugu doneminden beri gayet guzel bir sekilde ayni yontemlerle surduruldugunu gorebiliyoruz. Belki de o nedenle George Bush kabinesindeki Disisleri Bakani Condelezza Rice'in Hoover Institute'den olmasi bir tesaduf degil aslinda. Bunlarin arasindaki en buyuk dusunur de Bernard Lewis degil mi ki zaten! Son 50 yilin Amerikan hukumetlerine Islam ve Orta Dogu danismanligi yapan sahistir Prof.Lewis. Turkiyede bile yeni nesiller Turk tarihini ve Islami Bernard Lewisin kitaplari veya onun yetirstirdigi profesorler araciligi ile ogrenmektedirler. Aydinlarimiz arasinda kendi tarihimize olan dusmanca bakislarin onemli sebebi, Bernard Lewis'in Oryantalist tarih anlayisi ile beslenmis olmalaridir bizce. RADIKAL SII-ILIMLI SII: Elimizde yine buna benzer bir kisi ve bir kitap var: The Shia Revival , yazari da Professor Vali Nasr. Iran asilli bir Amerikali olan Dr.Nasr, Siiligin Amerikan dis politikasindaki onemine paralel olarak birden fazla "Think Tank'ta gorevli bir uzman. Hem Council of Foreign Relations, hem Harvard University, Kennedy School of Government hem de Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisinde Iran ve Sii uzmani olarak gorevli. " Sii'ligin Dirilisi " olarak ta cevirebilecegimiz ve 2007'de yayinlanip New York Times Best seller yapilan bu kitapta Dr.Nasr Orta Dogudaki Sii varligi ile ilgili gelecege yonelik tahminler ve "arzu edilen oneriler" yapmakta. Genel hatlariyla Radikal ve Ilimli olarak zaten ikiye boldurulmus ve gucu boylece yariya indirilmis Sunni dunyasinin yanisira, Sii dunyasinin da bolunup gucsuzlestirilmesinin teorisi yapilmakta bu kitap ile. Iran'dan Lubnana, Pakistandan Irak'a kadar Siilerin yasadigi tum topraklarda geleneksel olarak cok radikallesmis olan Sii dunyasinin "ehlilestirilmesi ve ilimlilastirilmasi" dusuncesi var. Bunun icin de Iranli Sii liderlik "radikal ve kotu", Iraktaki Ayetullah Sistani ise "ilimli ve iyi" Sii olarak sunulup Sii dunyasinin bu kutuplara gore yeniden sekillendirilmesi onerilmekte. SII DUNYASINDA RADIKALIZM OLMAMALI Kitabin sonuclar bolumunden aldigimiz su kisa paragraf aslinda ucyuz sayfalik kitabin neden yazildigini ve Dr.Nasr'in "think tank"ciliginin sebebini de acikca gostermektedir saniriz: "Eger Sistani modeli degil de Hizbullah modeli Sii politikasindaki temel egilim haline gelirse, bunun ABD acisindan sonuclari cok genis ve rahatsiz edici olacaktir. Anti-Amerikanciligin, zorbaligin ve terorizmin boyutlari cok genisleyecektir. Bu ise Amerika acisindan yeni catismalar ve yeni dusmanlar yaratacaktir. Bundan kacinmak icin Irak'ta basari gerekir. ABD hala Sistaninin temsil ettigi ilimliligin hakim olmasi icin umuda sahiptir. ABD acisindan en onemli sorun Sunni dunyayi etkisi altina alan radikalizimin Sii dunyasina yayilmasini engellemenin yollarini bulmaktir." Dr.Vali Nasr'in "Sii Dirilisi " kitabini okuyunca, Iraktaki Sadr-Sistani iliskisi, Suriyeye yapilan mudaheleler, Turkiyenin Iraktaki Sunni-Kurt birliginden yana tavir koymasini anlamak icin, ABD'nin Sii dunyasinin ilimlilastirilmasi ve ehlilestirilmesi faaliyetlerini dogru saptamak gerekli diye dusunuyoruz******************************************** DIZI DIZI DIZÜSTÜNDE UYUTMALAR LATIF BOLAT Yirmisekiz sene sonra yeniden memleketteyiz. Sadece TRT'li, TV dizisi olarak ta sadece Dallas'li ve Sahin Tepesi'li günlerdi Amerikaya gittigimiz zamanlar. Yaklasik bir ömür sonra Türkiyeye döndügümüzde ise yüzlerce televizyon kanali, günde 24 saat izleyebileceginiz diziler, diziler, diziler… Elbette Türkiyedeki bu degisimi enine boyuna tartismistir herkes bu 28 sene içinde. Biz bu kisa degerlendirmede Türkiyemizi saran “Prime Time” dizilerin Amerikadaki agabeylerini ve onlarin Amerikan halkina ne getirip neler götürdügünü oradaki gözlemlerimizle söyle bir özetleyecegiz. “HIÇBIRSEY HAKKINDA SOVLAR” 1984 senesinde Ingilizceyi hiç bilmeyen biri olarak vardigimiz Kaliforniya'daki en büyük dostumuz TV olmustu. Hele de “Prime Time” denen aksam 5 ile 9 arasindaki, genellikle hafifin de hafifi dizilerdi. “Three's Company”, “ WKRP in Cincinnati”, “Bonanza” bunlardan sadece bir kaçi hatirlayabildigimiz. Bu dizilerden çok sey ögrendik! En basta “How is it going” diye sorulunca tüm dertlerinizi ortaya dökmeniz gerekmedigini, sadece “iyi” demenizin beklendiginin farkina vardik. Ve bunun gibi Amerikan kültürünün ince detaylariyla ilgili birçok pratik seyleri bu diziler sayesinde kendimize uyarlamis olduk. Bu dizilerin senaristleri ve yönetmenleri, artik nasil beceriyorlarsa, saatlerce söz söylettiriyorlar kahramanlarina ve siz TVyi kapatip yataga yatinca kafanizda zerre kadar birsey olmadiginin farkina variyordunuz. Bu durum ilk zamanlarda size bir kandirilmislik duygusu veriyor olsa da, bu tarz bir seyircilik kisa sürede size de içine çekip aliskanlik yaratiyor. Bunun bahanesi de her zaman ve her yerde “hayat zaten yeteri kadar zalim, TVde bari kendimize eziyet etmeyelim” oluyor. Son on yilin Amerikan TV dizilerine bakinca Seinfeld, Cheers, Will and Grace, Friends, Everybody Loves Raymond gibi “Prime Time” dizilerinin hepsi bu “hicbirsey söylemeyen sov” felsefesinin ürünleri. ISSIZ KADINLARA PEMBE DIZILER, ERKEKLERE POLISIYELER Genellikle sabahlari ve ögle sonralarinda yayinlanan “pembe diziler” ise çalismayan ev kadinlarini, issiz kalmis proleterleri bir tatli hayal aleminde tutup perisanliklarini hatirlatmamak ve unutturmak amaci güder ve oldukça da ise yarar. O nedenlerdendir ki, özellikle Vietnam savasi günlerinden beri, üçyüz küsür milyonluk Amerikan nüfusunun çok büyük çogunlugu sanki afyonlanmistir. Irak isgalindeki zalimliklerde, Afganistandaki açik adaletsizliklerde ve son olarak Suriye ve Arap bahari diye adlandirilan olaylarda, bu üçyüz milyondan düzgün bir ses bile çikmamakta, çikamamaktadir. Herkes TV'lerine gömülmüs ve sahte bir mutluluk içinde Seinfeld'in yaptigi bir aptal sakaya daha gülmekle mesguldürler. Yirmisekiz sene sonra geri döndügümüz güzel Türkiyemizde Amerikanin kötü bir fotokopisini bulmanin saskinligini yasiyoruz simdilerde. Yayinlanan dizilerin hemen hepsi bize Amerikadan biraz tanidik geliyor nedense, hem de çok garip bir sekilde. BEN BUNU BIRYERLERDE GÖRDÜM DUYGUSU: DÉJÀ VU! Her ne kadar Türkiyenin günlük hayatina uyarlanmis olsalar da Kavak Yelleri dizisinde “Dawson's Creek”i, Kuzey-Güney'de “Rich Man Poor Man”i, Tatli Hayat'ta zenci ailesinin hikayesi olan “The Jeffersons”u, Doktorlar'da “Grey's Anatomy”yi, Sensiz Olmuyor'da “Ugly Betty”yi, Türk Mali'nda “ Married with Children”i, Sen Harikasin'da “I love Lucy” yi, ve daha nice “ayniliklari” hemen farkediyoruz. Bazi Türk dizilerini yapanlar bu ayniligi dizinin adini bile degistirmemekle itiraf ediyorlar sanki: “Desperate Houseviwes” Umutsuz Ev Kadinlari oluverirken “Golden Girls” Altin Kizlar yapilmis Ingilizceden tam çevirisiyle. NERDE O “COPYRIGHT” DAVALARI? Bölgemizin ateslere atidigi, Türkiyemizin binbir türlü felaketin kucagina oturtuldugu bir zamanda Amerikan halkinin 50 senedir “aptallastirilmasina” hizmet eden bu dizilerin tipkibasimlarinin her TV kanalina dagitilmis olmasi ve her gece milletimizi uyusturuyor olmasi bir tesadüf olabilir mi? Küçük bir merakli soru ile bitirelim: Hemen her konuda yallah deyip “Copyright” (telif hakki) davalari açan ve açtiran Amerikan yayincilarinin bu Amerikan dizilerinin Türklestirilmeleri konusunda tek bir itirazda bulunmamalarini nasil açiklayacagiz acaba? ****************************************** PLAYBOY VE TUTTI-FRUTTI'DEN GÜNÜMÜZE OTUZ SENELIK TV MACERAMIZ Geleneksel Türk kültürünün “Toplum Mühendisligi” ile yeniden sekillendirilmesi Latif Bolat Ne kadar da cok duyariz kültürümüzün degistigi konusundaki yakinmalari. Hiçbir konuda “eski güzel günleri” bulamiyor olmamizi duyariz sürekli. “Yeni nüfusumuz” , yani yasi 30'dan genç olanlarin çogunun zaten hiçbir referans noktasi olmadigi için bu “eskiye özlem”in disindadirlar ve kendi hallerinde yasayip gitmekteler. Bizler, yani, 40'liklar, 50'likler ve daha eskiler, her rastladigimiz olumsuzlukta, derin bir “ahh” çekerek, “bizim zamanimizda öylemiydi ya!” deyip uzaklara ve derinlere dalip gideriz. Bugün size daha bu köklü kültür degisimlerinin ilk günlerinden bazi anilari hatirlatip, bugüne baglamaya çalisacagiz. ÖZAL'IN ÖZEL TV'LERI VE HUGH HEFNER'IN “TÜRKIYE ASKI” 1980'lerin sonu olmaliydi. Yaklasik bes senedir ABD'nin Kaliforniya eyaletinde üniversite egitimimizdeydik. O inisli yokuslu cadde ve sokaklari ile meshur olan San Francisco'nun tadini çikarmaktaydik. Yaz tatili geldi ve Mersin'deki mahallemize, aile ziyaretine geldik bir ayligina. Günboyu yaptigimiz arkadas ziyaretlerinden sonra aksamlari televizyon önüne oturmaktaydik aile olarak. Babam erken yattigi için annemle televizyon seyretme ve sohbet etme imkanini kullanmaktaydik sözde. Iste böyle bir gün, elimde TV kumandasi, yanimdaki koltukta annem, TRT'nin resmiyet kokan yayinina alternatif olsun diye yeni açilmis “özel TV” kanallarini birbiri ardisira izlemekteydik. TEK ÇARE TV'NIN KAPATMA DÜGMESIYDI! Ama o da ne? Birdenbire ekranda çirilçiplak kadinlarin ve erkeklerin “Karakucak güresleri” gibi alt alta, üst üste cok fena hallerde yer aldiklari sahneler basladi. Annem yanibasimda, utancimdan kurtulmak için TV kumandasinin “ileri” dügmesine bastim! Playboy kanalinin bu teröründen kurtulmustuk ama nafile çaba? Simdi de “Tutti Frutti” adini tasiyan Italyan ilhamli Alman yapimi baska bir programin ortasina düsmüstük. Burada da on, onbes tane bikinili kadin , kurallarini hala açiklayamadigimiz garip bir yarisma programindaydilar. Yarismadan çikardigimiz “tek kural”, hangi soruya ne cevap verilirse verilsin, bikinili güzellerden birinin üzerinden bir giysiyi daha çikarmak zorunda olmasiydi. Yani oldukça garip bir TV seyretme tecrübesi yasamistik o gece. Çareyi de “kapat” dügmesine basmakta bulmustuk annemizin yaninda. Ve eminim ki Hakkari'nin daglarindan Edirne'nin ovalarina kadar milyonlarca kisi bu yeni görüntülerin uzun süre esiri olmustu, simdi inkar ediyor olsalar da. O tür yumusak-porno filmlerinin bir bes sene kadar daha yurdumun güzel insanlarinin emirilerine amade edildigini sonradan yaptigimiz sohbetlerde ögrenecektik. KIMIN FIKRIYDI BU PORNO FILM YAYINLAMA ACABA? Simdi, otuz sene ABD'de yasayip memlekete yeniden döndügümüz günlerde, hala merak ettigimiz bu “geleneksel Türk halkina porno film izletme” konusundaki, bu cok basarili da olmus tesebbüsün ciddi sekilde irdelenmesi gerektigini düsünmekteyiz. Çünkü Playboy'un sahibi Hugh Hefner'in bir dünya haritaiinda Türkiye'nin yerini bile gösterebilecegi konusunda kuskuluyuz. Öyle olunca, haritada yerini bile gösteremeyecegi birüulkenin halkina Playboy kanalini “ücretsiz” olarak neden olup ta hediye ettigi ilginç bir soru olarak hala cevaplanmamistir. Hele de hane basina Playboy aboneliginin, 1980'li yillarda ABD'de 50 dolar oldugunu düsünürsek! Eger Hefner'in bu iste bir suçu yoksa, o zaman bu “toplum mühendisligi” çabalarinin nereden geldigini ve neden kotarildigini düsünmek gerekmektedir. Çünkü ayni sürec hala tüm siddeti ile devam etmektedir külturel dünyamizda. HERSEY TÜKETILEBILIR OLMALI KI SISTEM YÜRÜSÜN “Yeni Türkiye”yi yaratmaya karar verenler, toplum mühendisligi çabalarinin merkezine Türk insanini kendisine yabancilastirmayi koymuslardir. Özünü yitiren bir halki siradan bir tüketici yapmak ve istedikleri gibi yönlendirmek cok kolay olmustur nitekim. 12 Eylül rejiminin bitiremedigi halk kültürünü ve halkçiligi, oldukça basarili sekilde kotarilan ve yönetilen toplum mühendisligi çabalari büyük ölçüde bitirmistir. Artik genci-yaslisi, nüfusun büyük cogunlugu garip bir tüketim toplumu psikolojisi içinde kendi benlikleri de dahil herseyi tüketmekteler. Geleneksel kültürümüzün, bizi Türk milleti yapan temel taslari olan misafirperverlik, komsu hakki, adalet, günah, yazik, ayip türünden kavramlari artik günlük hayatimizda yerlerini büyük ölçüde bulamamaktadirlar. En dincisi bile gelenek-görenek soz konusu olunca, yapay ve uydurma kavramlarla, tam da bunlarin eksikligini sömürmektedir bir taraftan da. Yani hem bu çöküntüye sebep olmuslardir ve hem de bu çöküsü bahane edip, yavuz hirsiz misali, gericiliklerine gerekçe olarak kullanmaktadirlar. “TOPLUM MÜHENDISLIGI” UYGULAMASINDA DÜNYA ÇAPINDA BIR MODEL OLDUK Türkiye'ye uygulanan “toplum mühendisligi” siyaset bilimi kitaplarinda tüm bir yil okutulabilecek detayda ve örnek teskil eden bir model olarak karsimizda durmaktadir. Bunu planlayanlarin Türkiyemiz hakkindaki gelecek planlarini da anlayabilmek için, bu geçmis otuz yillik uygulamayi iyice özümlemek gerekmektedir bizce. Yoksa gelenek elden gitti, ahlak çöktü, bosanma orani yüzde 30'u asti türünden sikayetlerin cevabi bulunamaz. 1980'ler sonunda özellestirme adi altinda TV'ler açtirip, bes sene boyunca bu millete, hediyesinden olmak üzere seks filmleri izlettirmenin amacini anlayamayiz aksi taktirde.********************************************* YÜZ YIL ARA ILE IKI DEVR-I ISTIBDAD HIKAYESI
“Zincirlenmis oldugundan hep yetismis arslanlar, Tilkiler arslan olurdu bu devr-i istibdadda”
Latif Bolat Istibdad bu memleketin güzel insanlarinin yüz yili askin süredir hayatinin içinde olan bir kelime. Daha anlasilir bir Türkçeyle “ Basli basina olmak. Keyfî idare sistemi. Zulüm ve tahakküm. Idaresi altindakilerin istemedigi seyleri yalniz kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptirmaya çalismak. Kanun ve nizamlara bagli olmayarak, çok defa da kanun namina kanunsuzluk yaparak, keyfi hükmünü icra ettirmek. Kimseyi tanimadan kendi dedigini ve keyfi emirlerini kuvvet ve cebir kullanmak suretiyle yaptirmaya çalismak. Allah'i ve adaletini unutarak dinsizdarane bir zulümle hüküm ve idare etmek.” (Bu tanimi Internetten aldik ve genel kabul görmüs bir tanim gibi görünüyor. Enteresan bir sekilde daha cok CHP ‘nin Milli Sef dönemi ile ilgili olarak Islamci çevreler tarafindan kullaniliyor Internette!) Ingilizce'de ise kisaca “Despotism” olarak tanimlaniyor. BIR BAHRIYELIDEN GEMILERI HALIÇ'TE ÇÜRÜTEN SULTANA SIIRLE SESLENIS Ikinci Abdülhamit'in yönetimi altinda olan 1876-1908 dönemi siyasal tarihimizde oldugu kadar kültür ve sanat tarihimizde de “Istibdad Devri” olarak bilinir. Iste bu devrin çok önemli sahitlerinden birisi de mistik kültürümüzün Bektasi kanadindan ünlü sairimiz Edip Harabi'dir. Osmanli Bahriyesinde subay da olan Harabi'nin bir Ittihat ve Terakki üyesi oldugu da düsünülür ve memleketin gidisati konusunda çok onemli siirsel saptamalari vardir. Ikinci Abdülhamit dönemindeki baski rejimini siddetle elestiren asagidaki siiri, bize yüz yil sonrasini, yani 21. Yüzyilin içinde oldugumuz günlerini hatirlatmiyor mu? Türkiye'mizde hiçbirsey degismedi mi diyesi gelmiyor mu insanin bu siirleri okuyunca? TILKILERIN ARSLAN YAPILDIGI DEVIRE BIR NAZIRE Zulümler icra olurdu devr-i istibdadda Haneler yagma olurdu devr-i istibdadda
Milletin mülkünü gasbeyleyen gaddarlar Zahmetsiz zenginlesirdi devr-i istibdadda
Güzel ve temiz insanlar kovulup Günahsizlar mahvedilirdi devr-i istibdadda
Halka çok iftira olurdu bu devr-i istibadda Zulüm dayanilmaz olurdu devr-i istibdadda
Zincirlenmis oldugundan hep yetismis arslanlar, Tilkiler arslan olurdu bu devr-i istibdadda
Günahsiz bir alimi ihbar edince bir soysuz Müthis hediyelere kavusurdu devr-i istibdadda Ve gün gelir Harabi'nin “zincirlenmis arslanlari” Abdülhamit'i tahttan indirip istibdada son verirler. Halk hareketi bu despot padisahi ve etrafindakileri alasagi ve darmadagin eder. Bunun kutlamalarina Edip Harabi yine sanatiyla katilir ve asagidaki siiriyle despotlarin devrilisini dünyaya duyurur: Gerçekler kurtardi bizi istibdad afetinden Kalmadi artik eser istibdad tantanasindan.
Çok sükür, yok ve perisan eyledi zalimleri Tek bir kisi bile kalmadi istibdad yapanlardan.
Bir takim utanmaz yüzler, kötü ve zalimler Oldulardi zulüm için istibdad aletlerinden.
Çok dolap döndürürlerdi en iyileri yok etmek için, Kurtulan pek azdir istibdad dolabindan.
Hürriyet haykirisi sükür uyandirdi ve uyardi Hazret-i Sultan Hamidi istibdad rüyasindan.
Biz neler çektik ah, devr-i istibdaddan Ey Edib bikmis idik hep istibdad faslindan. ***************************************** ENDÜLÜS'TEN ANADOLU'YA BIR PISMANLIK HIKAYESI “Erkek gibi savasarak savunamadigin bir yer için, bir kadin gibi çok güzel agliyorsun!” LATIF BOLAT Asil adi 12. Abdullah Muhammed olmasina ragmen Boabdil demisti halki ona. 711 senesinde Tarik bin Ziyad ile baslayan Endülüs'ün Islam ve Arap tarihi tam 781 sene sonra bugün, bir daha geri dönülmezcesine kapaniyordu. Ve Boabdil, Girnata'nin sirtini dayadigi Sierra Nevada daglarinin karli yüksek tepelerinden, son kez dogdugu ve atalarinin yüzyillardir hüküm sürdügü bu sevgili yurduna bakmakta ve aglamaktaydi. Daha birkaç saat öncesine kadar anayurdu olan Girnata sehrinin anahtarlarini Hristiyan kral Ferdinand ve kraliçe Isabella'ya elleriyle teslim etmis ve annesi ile birlikte daglara dogru yola düsmüstü. Tarih 2 Ocak 1492'dir. “SULTAN'IN SON IÇ ÇEKISI” Boabdil atinin üzerinde tarif edilemez bir aci ile hiçkira hiçkira aglamakta ve kaderine kahretmekteydi. Gözlerinin önünde Endülüs'ün incisi Elhamra sarayi, binbir türlü çiçek ve bitkileriyle saray bahçeleri, tam karsida bembeyaz boyanmis evleri ve dolambaçli küçük patikalariyla Girnata halkinin yasadigi Elbaizin semti hüzünle boyunlarini egmis yas tutmaktaydilar. Ama o, yaninda duran annesinin, yüzyillar boyu dünyanin her tarafinda yankilanip atasözü haline gelecek olan su sözlerini duymuyordu bile belki de: “Erkek gibi savasarak savunamadigin bir yer için, bir kadin gibi çok güzel agliyorsun!” Ülkesini direnmeden düsmana teslim eden bir sultanin annesinden gelen bu sözün, bir atasözü haline gelmesinin bir sebebi olmali. O günden bu yana ne zaman teslimiyetçilik ve pismanlik biraraya gelse, Boabdil'in annesinin ogluna bir tokat gibi çarpan azarlamasi gelir akla. SAM'DAN GIRNATA'YA 800 YILLIK BIR DEVRIN SONU Böylece 750 senesinde Suriye'den kaçip Endülüste Islam'in altin çagini baslatan Sultan Ikinci Abdurrahman'in, bir Endülüs bahçesindeki palmiye agaciyla yaptigi dertlesmenin de sonuna gelinmis olacakti Girnata'nin daglarinda: “Bahçemin ortasinda bir palmiye agaci yükselir./Bati'da dogmus, palmiyenin yurdundan çok uzaklarda. Ona dedim ki; Sen de aynen benim gibi çok uzaklardasin ve sürgündesin,/Aile ve dostlarindan çok zamandir ayrilmissin. Bu yabancisi oldugun topraklarda dogup yükseldin gökyüzüne,/Ve ben de, aynen senin gibi, yurdumdan çok uzaklardayim.” BIR LIDERLIK ÖRNEGI OLARAK BOABDIL'LER Boabdil'in Girnata'yi savassiz tesliminden bu yana o kadar benzer teslimiyetler gördü ki insanoglu, annesinin sözünü sadece bir atasözü haline getirmekle kalmayip politik literatürde bir tutum modelinin adi yapti. Bu konuda sadece, Vahdettin'in daha yüz sene once bir Ingiliz zirhlisinda Istanbul'dan kaçarken döktügü gözyaslarini ve halini hatirlamak yeter belki de. DÜNYANIN BOABDIL'LERDEN YANA EN ZENGIN ÜLKESI MIYIZ? Ama belki de Boabdil'in ahvalini en iyi anlatacak örnekleri günümüz Türkiye'sinden vermek mümkün degil midir? Son on senede “adalete güvenimiz sonsuz” diye diye memleketin uçuruma dogru gidisini seyreden ve simdi de gözyasi döken yüzlerce Boabdil'imiz yok mudur bizim? O kocaman eski kuvvet komutanlarindan tutun, o büyük sendika liderlerine, ünlü gazetecilerden tutun halkin önderi olmasi gereken o meshur sanatçilarimiza, belki de dünyada Boabdil'leri en kalabalik olan bir memleket halinde degil miyiz? Ama sundan emin olmamiz gerek ki, bizim Boabdil'lerimizin anneleri de, aynen 1492'de bir dag basinda, düsmana eliyle hediye ettigi sevgili Girnata'sini seyredip aglayan Sultan Boabdil'in annesinin dediklerine benzer seyler söylemekteler onlara: “Erkek gibi savasarak savunamadigin bir yer için, bir kadin gibi çok güzel agliyorsun!” **************************************** MAHALLE BAKKALI SÜPERMARKETE KARSI AMERIKANIN IZINDE BIR TOPLUMSAL DÖNÜSÜM PROJESI DAHA LATIF BOLAT/ Salt Lake City, ABD Türkiyemizde kösebasi bakkalinin süpermarketlerle savasi yeni bir olgu olsa da, Avrupanin ve Amerikanin gelism is kapitalist ekonomilerinde bu savas elli sene önce bakkallarin yenilgisi ile sonuçlanmisti. Biz de memleketimizde sadece günleri saymaktayiz mahalle bakkallariin soyunma odasina maglup bir sekilde dönmelerini. Yaklasik otuz yildir Amerika'ya gidip gelmekte ve hayatimizin çogunlugunu da orada harcamaktaydik. Türkiyenin 1946'da baslayan “Küçük Amerika” olma iddiasinin nasil da çarpik bir gerçege dönüsüyor oldugunu ilk elden gözlemleyenlerdeniz. Bu yazida bu gözlemler içinde sadece “bakkallarin yokolusu” gerçegini ele alip bir karsilastirma yapacagiz. AMERIKADA MORMON, TÜRKIYEDE YESIL ISLAMI SERMAYE ABD'nin, ve hatta Kanada'nin herhangi bir sehrinde bir ekmek bile almak istediginizde, mutlaka Mormon'larin sahibi oldugu bir dev süpermarketten alisveris yapmaniz gerekir. Çünkü özelllikle de gida maddeleri konusunda Mormon hristiyan kilisesine bagli kisilerin ve sirketlerin büyük bir tekeli vardir. Türkiyedeki Islami sermayenin bu konudaki atilimi ve üstünlügü sadece son yirmi-otuz yilda olustugu için insan “bizimkiler Mormonlardan mi feyz aldi acaba” diye sormadan edemiyor. Bizim mahalle bakkallarimizin Amerikadaki benzerleri de bu süperlesme furyasinda elli sene once yok olmuslardi. Su anda herhangi bir Amerikan sehrinde kösebasi bakkali bulma imkaniniz yok denecek kadar azdir. Bu mahalle bakkallari da genellikle süpermarketlerin yeteri kadar kar yapamayacaklari tahlilini yaptiklari kenar mahallelerde veya yoksul semtlerde yer alir. Bu bakkalarin sahipleri çogunlukla Koreli, Filistinli, Çinli veya Meksikali türünden Amerikaya sonradan göç eden yabancilardir. Elbette Mormon hristiyan muhafazakarligi ile Türkiyedeki dinci sermayenin iliskisi basli basina derin arastirmalar gerektirir. Ama sadece yüzeyden bakinca bile açik ve samimi bir iliski ve bu konuda bir mürsid-mürit iliskisini gözlemek mümkündür. MORMONLARIN KABESI ABD'NIN UTAH EYALETI Elbette Utah adini duyar duymaz akliniza özellikle de cemaatin faaliyetleri, Emre Uslu'nun oradaki egitimi, Ergenekon davasindaki birçok uydurma belgenin oradan postalanmis olmasi, Fethullah Hocanin kitaplarinin yayin yeri olmasi, Internet andici davasindaki “listenin” Türkiyeden gizlice gönderilip Utah'tan Turkiyedeki yandas basina servis edilmesi türünden Hollywood filmlerine tas çikartacak sahneler gelecektir. Amerikadaki hristiyan tarikatleri içinde en tutucusu sayilabilecek olan Mormonlar, diger Hristiyan topluluklar tarafindan da takip ve baskiya ugrayinca, 19.yüzyilin ortalarinda Dogu eyaletlerinden kaçip Utah topraklarina geldiler ve oradaki kizilderilileri yok edip çölün ortasinda bir dini cemaat yarattilar. 21.yüzyil basinda ise sadece Amerikan süpermarketlerinin imparatoru olmakla kalmayip, belki de ABD baskanligi makamini da ele geçirecege benzemekteler. Mitt Romney'in Cumhuriyetci Partiden baskan adayligindan ve Obama'ya karsi oldukça önemli mevziler kazanmis olmasindan bahsetmekteyiz. YIYECEK VE IÇECEK HERSEY IÇIN MORMONLARA MUHTAÇSINIZ AMERIKADA. ABD'nin süpermarket zincirleri olan Albertson's, Safeway, Kroger ve daha birçok dev marka Mormonlarin elindedir ve bunlarin toplam dükkan sayisi binlerle ifade edilmektedir. Hawaii eyaletinden Alaska'ya, Kaliforniya'dan Utah'a ve hatta Kanada'ya, her Amerika ve Kanada vatandasi her gün bu marketlerden birine girip-çikmak zorundadir aç kalmamak için. Bu süpermarketlerin yillik karlari milyarlarca dolarla ifade edilir ve bu karin önemli bir yüzdesi Mormon kilisesine gönderilir her yil. TÜRKIYEDEKI ISLAMCI SERMAYENIN YIYECEK-IÇECEK SEVGISI Son yirmi yildaki dinci sermayenin süpermarket askini, umariz biraz daha anlayabilmekteyiz bu kisa karsilastirmadan sonra. Belli ki bizim Islamci sermayemiz Utah'tan sadece politika yapmayi degil, siyasi gücü ekonomik olarak desteklemeyi de ögrenmekteler. Galiba Karl Marx'in yüzelli sene önce ortaya attigi “Dünyanin bütün isçileri birlesin” slogani, dünya isçilerine pek köklü bir yol gösteremedi pratikte. Ama öyle görünüyor ki dünyanin gericileri ve dincileri ayni slogani kendilerine uydurup “Dünyanin tüm dinci gericileri birlesin”e dönüstürmüsler. Ve Türkiye'deki tecrübenin de gösterdigi gibi bu konuda oldukça da yol almislar. *************************************** HALLAC'IN ENEL HAK DAVASININ 1091. YILDÖNÜMÜNDE FEDAILIK KÜLTÜRÜ “Iki rekat namaz da Allah'a götürür; yeter ki abdesti kanla alinsin ve ask içinde kilinsin.”(Hallac)
“Her gerçek bir fedai ister, Ilk kivilcimi yakanlardir En yüce fedailer.”
LATIF BOLAT 1091 sene öncedir. 922 yilinin 26 Mart'inda ilik bir Bagdat sabahindayiz. Binlerce Bagdat'li o güne kadar görülmemis ve isitilmemis bir davayi izlemek için mahkemenin önündeki tozlu meydana dagilmislardir. Herkesin aklindan geçeni söylemesinin ugultusu, bu meydanin da ötesinde dalga dalga bir gürültü yaratmaktadir. Sanki mahser günü gelmistir de onun sorgusu baslamak üzeredir Abbasi sarayinin karanlik salonunda. Tek beklenen Israfil'in borusudur belki de! ABBASI SARAYININ DIVANINDAYIZ Kadi Ibn Sureyc: Halki kiskirttin mi sen? Hallac: Halki sultanlardan baska hiçkimse kiskirtamaz. Çünkü halki aç birakan, kölelestiren onlardir. Kadi: Yani sen, halki sultana karsi isyana tesvik etmedin mi? Hallac: Ben halki sultanlarin rabbi olan Allah'a itaate çagirdim. Allah dünyayi yargi ve yönetim yönünden düzenleyememis midir ki düzen durup dururken neden bozulsun! Allah, insani kendi sureti üzere yani en güzel biçimde yaratti. Hal böyleyken insanlar neden hayvanlar derekesine düsüyorlar! Kadi: Etrafa mektuplar göndererek halki devlete karsi tahrik ettin mi? Hallac: Kalbimdekini, kalbimin dostlariyla paylastim, hepsi bu kadar. Kadi: Neydi o paylastiklarin? Hallac: Insanin, Allah'in mülkünde eskiyalik yapmakta oldugunu hatirlattim! (Lübnan'li yazar Salah Abdussabur'un Hallac Trajedisi: Measatu Hallac adli tiyatro oyunundan) ISLAMIN ALTIN GÜNLERINDEN INSAN MANZARALARI Bagdat'in mollalari ve Abbasi sarayinin entrikacilari, Mansur'u dogrudan suçlayamadiklari için kaldigi tekkelere, ögrencilerinin evlerine baskinlar yapip kitap aralarindan mucizevi sekilde sahte kitaplar, mektuplar, belgeler ve siirler bulmaktadirlar. Çünkü sahte taniklar yetmemektedir Hallac'i yargilamak için. Bu delil üretme döneminde, bir ihbarci kadin: “Hallac denen bir adamin evini biliyorum. Her gece oraya gizli gizli birileri geliyor. Ve çok sakincali seyler konusuyorlar”deyince Hallac'in Sus'taki evi basilir. Bagdat'li Semerri ailesinin kizina “Gece ansizin uyandim. Hallac üzerimdeydi. Bagirinca seni namaz için uyandirmaya gelmistim dedi” diye ifade verdirilir. Hallac 65 yasindadir bu düzmece tecavüz suçlamasi yapildiginda! “DARAGACI ERENLERIN MIRACIDIR (HALLAC)” Ve nihayet o büyük güne hazirlanmistir saray. Hallac-i Mansur'u öylesine bir yargilayacaklar ve cezalandiracaklardir ki yaklasik yüz yildir Islam imparatorlugunu derinden sarsan Karmati ve Zenc ayaklanmalarinin yoksul halki cezbetmesinin önüne geçilsin! Hallac'in sahsinda onlarin tüm önderlik ve düsünce sistemi yargilanmaktadir aslinda. Çünkü tarihi ve sosyal olarak Zenc isyanlari ve Karmati hareketi Hallac'in çocuklugundan gençligine ve ustaligina kadar onun fikri ve ruhani hayatinin sekillenmesine sebep olmustur. Böylece Hallac bir Islam düsünüründen bir Enel Hak fedaisi haline gelir. Onu kapattiklari Bagdat hapishanesi bile bir irfan yuvasi haline gelmistir. En güzel eserlerini hapishanelerde yaratir: Kitabü't Tavasin, es-Siyasetü ve'l –Hulefa (Halifeler ve Siyaset) bu hapishane günlerinin ürünüdürler. IHVAN-I SAFA'DAN MUTEZILE'YE ÖZGÜR DÜSÜNCENIN BAGDAT'I 800-900'lu yillarin Bagdat'i aslinda düsünce alaninda “Islamin Altin Çagi” idi. Abbasilerin bu baskici dönemi Islam düsüncesinin en büyük düsünürleri ve teorisyenlerine de sahit olacakti: Buhari, Muslim, Ebu Davud, Tirmizi, Ibn Mace. Yine bu Islam rönesansi altindaki arayisin bir sonucu olarak, Islamin mistik Sufi ustalarinin en büyüklerinden bazilari da ortaya çikmisti: Zunun el Misri, Beyazid El Bistami, Tusteri, Cüneyd El Bagdadi, Sibli. Islam dünyasinda hemen her seyin tartisildigi ve derin düsünce ayriliklarinin olustugu çok ilginç bir dönem olacakti bu yillar. Hür düsünce ve baskilar, ihtisam ve yoksulluk, Abbasi saraylarindaki gözkamastirici saltanat ile Islam imparatorlugunun dört bir yanindaki sefalet yan yana idi. Islam'in vaadettigi esitlik ve adaletin eserinin bile kalmadigi sartlarda Islam devletinin her kösesindeki yoksul ve ezilen kitlelerin feryatlari ve protestolari baskent Bagdat'ta da yankilar yapacakti elbette. Halife Muktedir, Bagdat'in ileri gelen mollalari ile kadilarina, artik halifeligini tehlikeye düsürecek derecede yayilmis olan bu isyan hareketini ve önderlerini ortadan kaldirmanin bir yolunu bulmalarini emretmisti. ZALIMLIKTE YEPYENI ICATLAR VE SINIR TANIMAZLIKLAR Zaten Hallac'i yoketmek tek amaç oldugu için, Abbasi kadisi Hallac'in suçluluguna ve en siddetli sekilde cezalandirilmasina karar verecektir kisa bir süre sonra. Islam dininin sözde temsilcileri insan hayatinin yokedilmesi konusunda akla gelebilecek en zalim metodlari yaratacaklardir Hallac'i öldürmek konusunda. Halkin önünde asagilanmasi için günlerce salib denilen haç seklindeki daragacinda asili birakirlar canli canli. Ilk olarak 1000 kirbaç vurulur. Her kirbaç vurusunda Ehad, Ehad (Bir , yalniz bir) diye haykirir Hallac. Iskence ve idam 3 gün sürer. Ikinci gün bir el ve bir ayagi kesilir. Üçüncü gün öteki eli ve ayagi kesilir binlerce Bagdat'linin bu zalimligi destekleyen “Allahuekber” sedalari arasinda. Ve nihayet 26 Mart 922 günü basi da kesilir ve Hallac fani dünyadan ayrilmis olur. Hallac idam sehbasinda haykirir Bagdat'li müslümanlara: “Öldürün beni ey dostlarim öldürün! Ölümümdedir hayatim benim. Ölümüm hayatimda, hayatim ölümümde!” Halife ders olsun diye çevre sehirlerden ve köylerden de binlerce kisiyi getirtmistir bu gösteriye. Hallac'a yapilan zulüm, Abbasilerin propaganda kampanyalari arasinda beyni uyusturulan binlerce müslüman icin adeta bir kutlama haline getirilmistir. Hallac'in az sayidaki dostu kalabalik arasinda sessizce aglamaktadir bu büyük düsünürün böyle bir zalimlikle yokedilmesine. Celladi der ki: “Bütün organlarini teker teker dogradim da ne bir kez inledi, ne bir kez rengi degisti.” Kürt yazar Felekuddün Kakai: “Hak artik Bagdat'in her sokak basinda idam sehbasindaydi!” der o gün için. “SENDEN GELEN HERSEY LÜTUFTUR BENCE: ISTER DARAGACI ISTER GONCA GÜL!” Mansur'un gövdesi yakilir ve Dicle nehrine serpilir. Basi ve el-ayaklari ise Bagdat'in Mutref semtinde halk seyretsin ve ders olsun diye asili birakilir bir süre. Daha sonrasinda ise Hallac'in kesik basi, Horasan bölgesi dahil, Abbasilerin bir sürü sehrinde dolastirilir ibretlik olarak. Hallac'in asildigi yer bugün Bagdat'ta onun adiyla anilmakta: Mansuriyye Ölümünden yüzyillarca sonra ünlü Endülüs'lü Sufi Muhyiddin Ibn Arabi bir rüyasini anlatir: Ibn Arabi yücelikler aleminde Hallac ile karsilasir. Hallac'in kendi ölümü ile ilgili söyle dedigini aktarir: Hallac: “ Benligim, yaratilmislarin tasarrufta bulundugu bir evde (bedenimde) oturmaya devam etmek istemedi. Kendimi oradan çekip aldim. Bunun üzerine “Hallac öldü” demeye basladilar. Aslinda Hallac ölmedi, ev harabeye dönünce evin sakini göç etti!.” HALLAC'IN FEDAILIGINDEN GÜNÜMÜZÜN FEDAILERINE Onun katlinden bu yana tam tamina 1091 sene geçmis olmasina ragmen, bu fani alemde bu anlamda degisen çok sey olmadigini, hemen her nesil kendi tecrübesiyle yasayip ögrenmiyor mu? Zalimlerin zulmüne, ezilenlerin ezilmesine karsi çikanlarin sonu, dünyanin neresinden olursak olalim, Hallac gibi olmuyor mu? Buna ragmen onun akibeti ve söyledigi, artik atasözü haline gelmis sözler 1091 senedir halkin davasini kucaklayanlara bayrak olusturmuyor mu? Günümüzün dinci zalimlerinin tevekkülden anladigi softaliga karsi, Hallac'in Bagdat'tan söyledigi su sözler bir tokat gibi çarpmiyor mu onlarin yüzüne acaba: “Tevekkül, bir sehirde yemek yemeye senden daha muhtaç olan birisinin bulundugunu bildigin zaman, yemek yememendir!” ORTA ASYADAN HINDISTANA 1091 SENELIK AGIT VE ISYAN Hallac ezilenlerin davasinin fedailerinin dilinde yüzyillardir bir türküdür. Mesela,Türkiye'deki Islamcilarin bile sahtekarca pir saydiklari Ahmed Yesevi, Hallacin kiymetini ögretir bize sekiz yüzyil ötelerden: “Bilmediler mollalar Enel Hakkin manasin Kaal ehline hal ilmin, Hak görmedi münasip. Tevbe kil Hace Ahmed, ola haktan inayet Yüz bin veliler geçti sirri sira ulasip.”
Hak yolunda Hallac ile ayni akibeti paylasan ulu ozan Pir Sultan söyle der:
“Girelim Ali nuruna, duralim Mansur darina. Küfrümüz iman yerine, koyamazsin demedim mi?” …ve devam eder: “Keskin Zülfikarla Ali gazada, umarim inayet eder bize de. Bagdatta Mansur'un cani cezada, kemendim boynumda dari gözlerim.”
Yine Hallac gibi katledilen, derisi yüzülen Nesimi'nin çagrisi gelir kulagimiza besyüz yil derinlerden: “Kiblesiyim sadiklarin, masukuyum asiklarin. Mansuruyum layiklarin, çün beyti mamur olmusum. Daim Enel Hak söylerim, haktan çü Mansur olmusum Kimdir beni ber dar eyleyen, bu sehre ben sur olmusum.”
Onüçüncü yüzyildan ulu atamiz Yunus Emre aynen Mansur gibidir, onunla ayniligini belirtir bize: “Alemde fitneyi kodum Mansur'u kul etti odum. Dilimde Enel Hak dedum Dar urganun takan benem.”
Mevlana'nin oglu Sultan Veled Hallac'in önemini söyle anlatir bize: “Tanri dostlarini tanimak Tanri'yi tanimaktan daha zordur. Her ne yaptilarsa yine “Enel Hak” ibaresinin ateste ve suda yazildigini gördüler. Külleri Dicle nehrinin üstünde “Enel Hak” yazmisti. O günden beri Hallac'in adi anilmadan hiçbir ögüt meclisi renklenmez.” Hallac'in ruhani dönüsümünde çok önemli yere sahip olan ve bes senesini geçirdigi Sind'den (Hindistan) Sah Latif adli sair yüzyillar sonra onu söyle anar: “Su, toprak,irmak:Bir tek feryat! Agaç, çali, tek çagiris: Enel Hak. Bütün esya istiraba layik hale gelmistir. Hepsi binlerce Mansurdur. Hangisini daragacina çekeceksin?
Her yerde dostun sözü Her yerde masukun huzuru Bütün memleket Mansurlarla dolu Kaç tanesini idam edeceksin?”
Pakistan bagimsizliginin üstadi sair Muhammed Ikbal'in kelimelerinde Hallac ve Enel Hak söyle yer bulur: “Enel hak azamet makamindan baska birsey degildir Onun cezasi daragaci midir degil midir? Eger onu fert söylerse, serzenis lazimdir Eger onu millet söylerse, bu caizdir.”
Yine Hallac'in memleketlisi olan Bagdat'li sair Kays Murad'in Hallacin Sarkisi siiri'nden: “Yine gelecegim dünyaya Bir kez daha asilayim diye, Bir kez daha gelecegim, en kisa zamanda.
Bir kez daha gelecegim dünyaya, Baska bir yerde, baska bir millette, baska isimle.
Ve gelecek benimle birlikte iskencecilerim Ki bulastirsinlar kanimi sayfalarina… Böyledir bu, Her gerçek bir fedai ister, Ilk kivilcimi yakanlardir En yüce fedailer.”
Günümüzün önemli Irak'li sairlerinden Müslim Cabiri hemserisi Hallac ile karsilasmasini iletir bizlere: “Hallac'i gördüm, Bir kadeh vardi elinde. Parlak mi parlak! Sordum. Ey o kadehi tutan! Kimden hediye o kadeh sende? Ey sen! Bak, dedi, bak! O'nun ödülüdür bu kadeh bende, Ki verilir kesik bas sevgililere sadece. Içemezsin kadehteki sarabi ha! Zalim eller basini kesmedikce…” (Bu yazinin hazirlanisinda, sayin Yasar Nuri Öztürk ve Louis Massignon'dan yararlanilmistir.) ***************************************** 2013'UN BU “SICAK YAZ”INDA, HEPIMIZ BEDRETTIN'IZ! SEYH BEDRETTIN ILE IKINCI MAHMUD'U YANYANA YATIRAN KADERIN GARIP CILVESI! LATIF BOLAT Dönüldü Bedreddine./ Denildi: «Sen de konus.» Bedreddin gülümsedi./ Aydinlandi içi gözlerinin, dedi: — Mademki bu kerre maglubuz,/ netsek, neylesek zaid (luzumsuz). ISTANBUL'UN ORTA YERINDE BIR ULU EREN YATAR! Kaderin cilvesi deriz ya, bu da onlardan biri olmali. Anlatalim: Istanbul'un tam orta yerinde, Ayasofya'ya birkacyüz metre uzakliktaki Sultan Ikinci Mahmud mezarinin avlusundayiz. Osmanlinin son dönem meshurlarinin süslü mezarlarinin bulundugu bir avlu burasi. Ziya Gökalp'ten, Abdüllatif Efendi'ye birçok ileri gelenin mezarlari sira sira duruyor. Bir tarafta da Osm anogullari ailesinin son dönemde ölen üyelerinin mezarlari. Divanyolu'nun kargasasindan uzakta, hepsi de gülümseyerek bizlerin verdigi hayat mücadelesini ve binlerce turistin yorgunluk içinde kosturmalarini seyretmekteler. Bu satafatli anit mezarlar arasindan yürüygp Ikinci Mahmud'un türbesinin kapisina yanastiginizda karsilasiyorsunuz az önce sözünü ettigimiz “kaderin cilvesine”! ASILANLA ASTIRANIN SON YOLCULUKTAKI ZORAKI KOMSULUGU Bu soldaki, türbenin kösesine adeta sikistirilmis duran engin ve sapsade bir mezardir gözümüzü alan ve bize surpriz yapan. Sanki Anadolunun uzak bir kösesinden herhangi bir köy mezaridir bu. Onun karsisinda bizi gözyaslarina sürükleyen ve sessizce selama durduran, mezar tasindaki kazinmis isimdir: “Simavna Kadisioglu Seyh Bedrettin / Dogumu: 1359 Serezde idami: 1418 Ruhuna Elfatiha / Bu mekana nakli: 29-11-1961” Simdi buradaki kaderin cilvesini açiklayalim. Seyh Bedrettin ve kapi komsusu Sultan Ikinci Mahmud'un hayat hikayeleri ve hayattaki rolleridir kadere cilve yaptiran bu mahalde. KADIOGLU BEDRETTIN YOLDAN ÇIKAR YOLA GIRER Bedrettin Edirne civarindaki Simavna'da dogar ve Bursa, Konya, Kahire gibi devrin en büyük merkezlerinde egitim görur. Misir'daki Seyh Hüseyin Ahlati de bu bilginlerden birisidir. Seyh Ahlati alevidir. Aradan geçen zaman Seyh Bedreddin'i alevi anlayisa dogru sürüklemistir. Seyh Hüseyin Ahlati öldükten sonra onun yerine geçer ve 1406 yilinda Edirne'ye gelir. Bu zamanlar Osmanli'nin taht kavgalari yasanmaktadir. Seyh Bedrettin; Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa gibi yakin arkadaslariyla birlikte Iznik'te kurduklari bir tarikatla, Anadolu ve Rumeli'de esitlikçi fikirlerini yaymaya basladilar. Halkin direnisi Osmanli tahti için tehlikeli görülür. Sultan Çelebi Mehmet direnisi bastirir. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal iskencelerden geçirilir, oldürülür. Bu yenilgiden sonra Seyh Bedreddin de Serez Çarsisi'nda, 1420'de idam edilir. “HAYIRLI OLAY”A ILK TEBRIKLER AVRUPA'DAN Sultan Ikinci Mahmud'a gelince, Osmanli'nin uzun süren gerileme devrinin belki de en önemli olaylarindan biri olan ve Osmanlicilar tarafindan “Hayirli Vaka” diye adlandirilan Yeniçeri Ocaginin kaldirilmasi ve Bektasi Tekkelerinin kapatilmasinin mimari olarak hatirlariz kendisini. Bununla birlikte, basta Ingilizler olmak üzere tüm Bati dünyasi obur bir istahla Osmanlinin üzerine çullanmisti. Zaten Yeniçeri Ocaginin kaldirilmasi Avrupa baskentlerinde kotarilmamis miydi ki? O nedenle degil midir hemen ardindan, tüm Bektasi tekkeleri koyu seriatçi Naksibendilere hediye edildiginde, ilk tebrikler zamanin Ingiliz, Fransiz, Alman ve bilcümle Avrupa büyükelçilerinden gelmemis miydi? (Bu, ayni Avrupa ülkelerinin Ergenekon ve Balyoz davalari ilk basladigindaki tebrik mesajlarini andirmiyor mu size!!) “SAYILMAYIZ PARMAGILEN TÜKENMEYIZ KIRMAGILEN” Halbuki, eger mesela 1820'te Istanbul'da yasiyor olsaydiniz, her gün Yeniçerilerin Haci Bektas'a yönelik asagidaki gülbangini, onlarin gür sesinden duyardiniz: “Allah - Allah Illallah, bas üryan, gögüs kalkan, dide al kan, sine püryan; Gelelim Seyh Bedrettin ile Sultan Ikinci Mahmud'un yan yana yatmasindaki kaderin cilvesine: Bedrettin bir Sunni mutassavvuf olarak hayata baslamis olsa bile, hayat tecrübesi ve “Varligin Birligi” gibi felsefi egilimleri sebebiyle, genel anlamiyla, Bektasiligin o engin denizinde bulusmustu Yunus Emre ile, Pir Sultan ile, Nesimi ile. DÜNÜ BUGÜNE BUGÜNÜ YARINA BAGLAMANIN AGIR YÜKÜ Halbuki kapi komsusu Ikinci Mahmud, seriatçilarin ve Avrupanin planlamalari ve desteklemeleriyle, Bektasi gelenekleri içinde tam tamina 465 sene Osmanlinin her karis topraginda at kosturmus, kanini dökmüs, canini vermis ve zaferler kazanmis Yeniçeri Ocagini büyük bir kiyimla Sultanahmet Meydaninda yok etmisti. Bizse, Seyh Bedrettin'in mezarinin ayakucunda saygiyla egilip, bu büyük Türk evliyasinin bizle birlikte kendi mezarini seyrettiginin hayalini kurmaktayiz! Ne derdi acaba kaderin bu pek garip cilvesine, kendisi ile Ikinci Mahmud'un yan yana yatirilmasina? Belki de Nazim Hikmet olup söyle seslenirdi bize: “Ne ah edin dostlar, ne aglayin! Yolunuz Sultanahmet'e düserse, varin bir ziyarette bulunun Bedrettin'imize. Ama aglamayin, baglayin! ******************************************** CAT STEVENS hikayesi: “Sizin Sean Penn'iniz varsa bizim de Yusuf Islam'imiz var” mi dediler? Latif Bolat Ankara'daki konservatuar yillarimizdi. 12 Mart darbesinin hemen ertesindeydik. Tüm siyasiler hapiste oldugu için, zaten siyasetin çok girmedigi konservatuarda hersey daha fazla müzikaldi. Iste böyle zamanlardi Cat Stevens'le tanisikligimizin baslangici. Elbette o çok meshur bir sanatçi, biz de ilham arayan opera ögrencisiydik. Cat Stevens te bizim gibi Akdeniz'liydi, Kibris'li Rum asilliydi. O nedenle de simsiyah uzun saçlari, gür siyah sakali ve yanik teniyle bizim de idolumuzdu. Ve arkadaslar beni biraz ona benzettikleri için, Cat Stevens'e karsi özel bir ilgim olmustu o zamanlar. Ayni saç ve sakal modasindaydim onunla. DOGU'NUN MISTIK HAVASI O günlerde çok meshur olan Beatles ve Rolling Stones'in sarkilari ile karsilastirinca, Cat Stevens'te bir Dogu derinligi buluyorduk. Mesela "Wild World", "Father and Son", "Morning Has Broken", "Peace Train" ve "The First Cut Is the Deepest" sarkilarindaki gibi, insan varliginin sorgulandigi sözlerdi bunlar. Sonra yillar geçti ve Stephen Demetre Georgiou'luktan Cat Stevens'e geçip ünlenen bu sarkicinin, Müslüman olup Yusuf Islam adini aldigini duyduk. Bu o kadar garip bir durum degildi, çünkü bir sürü insan din degistirmekteydi 70'lerin özgürlük ortaminda. Ama Islam'i seçen Cat Stevens'in müzigi biraktigini ve hatta sarkilarinin radyolarda çalinmasini büyük çabalar göstererek yasaklattigini duyunca, dogrusu çok üzülmüstük. IYI AMA NEDEN MÜZIKSIZ ISLAM? Hatta o dönemde kendisine bir mektup yazip, Islamin dünyada yer alan onlarca degisik tarikatindan müzige daha yatkin birini seçmesini bile önermek geçmisti aklimizdan, ama yapamamistik bunu, çünkü kendisine nasil ulasacaktik ki zaten? Böylece Yusuf Islam'a dönüsünce,Cat Stevens müzik dünyasinda yok oldu gitti. Yillar sonra, Ingiltere'nin çesitli sehirlerindeki konser salonlarinda ve festivallerinde çalmaya basladigimizda, Cat Stevens'teki dönüsümü, kendi ortaminda incelemek imkanimiz oldu ve ondaki degisimin izlerini sürdük biraz. Ingiltere'de, herhangi bir sebeple Müslüman olmayi düsünen birisi oldugunuzu düsünün bir an. Ya da kendinizi Cat Stevens'in yerine koyun 1977 senesinde. Müslüman olmaya karar verdiniz ama seçenekleriniz ne acaba? NAKSIBENDILIGIN BATIDAKI ANA ÜSSÜ Londra havaalanindan baslayip kenar mahallelere dek, açiktan Müslüman oldugu belli olan Pakistanlilar ve Müslüman Hintliler disindaki en göze çarpan Müslüman topluluk Naksibendilerdir. Genellikle gri veya yesil uzun cüppeleri, türbanlari ve biyikli-biyiksiz uzun sakallari ile hemen farkina varabilirsiniz onlarin. Özellikle de, artik oldukça zayiflayan Ingiliz kilisesinden ayrilip yeni bir ruhani mecra bulmaya çalisan Ingiliz aydinlarinin, gözlerini açtiklarinda görecekleri en açik alternatiftir bu. Zaten Ingiliz Imparatorlugu günlerinden beri desteklenen bir tarikattir ayrica. Mesela son büyük Naksibendi Seyhi Nazim Kibrisi, Ingiliz hükümetinin ve dolayisi ile ABD'nin büyük destegine sahiptir. SEYH NAZIM'DAN IRAK ISGALINE OLUR FETVASI MI? ABD ve Ingiliz koalisyonunun Saddam Hüseyin'i devirmek için Irak'a saldiriya basladigi günlerde, Ingiltere'nin Sheffield sehrindeki bir konserimizden sonra sohbet ettigimiz, tamami Ingilizlerden olusan bir Naksibendi grubundakiler, Bush'un saldiridan önce Seyh Nazim'i aradigini ve Irak'i isgal için fetva aldigini büyük bir saflik ve samimiyetle anlatmislardi bana. Ve hatta Bush'un bu ilgisine mazhar olduklari için biraz da gurur duyar gibi gelmisti tavirlari. Bu saldirida bir milyona yakin Müslümanin öldürülüyor olmasi ve binlerce Müslüman kadinin tecavüze ugrayacak olmasi önemli olarak görünmemekteydi bu “yeni Müslüman”larimiz için. Iste böyle bir genel ortamda Müslüman olmaya karar verecek olan Cat Stevens'in önündeki en açik seçenek Naksibendilik olmustu. Adini borçlu oldugu müzigini birdenbire birakmasinin sirri da buradaydi. Çünkü Naksibendi tarikati müzigin haram olduguna derinden inanan ve tüm rituellerinde müzigi kullanmayan bir tarikatti. Dolayisiyla, bizim Cat Stevens birdenbire Yusuf Islam'lasinca, müzik falan olamayacakti hayatinda gelecek 40 senede. Halbuki eger Cat Stevens'in yolu bizim Mevlevilere, Bektasilere, Pakistanli Chishti'lere, ve hatta Naksibendiligin Hint koluna ait bir tarikata düsseydi, hem Müslüman olur hem de kendisini yaratan müzigini birakmak zorunda kalmazdi. Ve biz hayranlari da onun yepyeni bir sentezle yaptigi olaganüstü sarkilari dinleyebilirdik bu geçen 40 senede. CAT STEVENS: “MORNING HAS BROKEN: SAFAKTAYIZ!” Cat Stevens Basbakan'la, Abdullah Gül'le ve TBBM Baskani ile görüsmeler yapip Cambridge sehrindeki camiye yardim isteyince, bu yukardaki hatiralar geldi aklimiza. Elbette Naksibendiligin oldukça agir bastigi Türk hükü metine, bir ünlü Naksibendinin el vermesi çok garip karsilanmamali. Özellikle de bu iktidarin, dünyanin önde gelen sanatçilarinin nezdinde büyük imaj sorunlari yasadigi su günlerde. Yani biraz da “sizin Sean Penn, David Lynch, Susan Sarandon'unuz varsa bizim de Yusuf Islam'imiz var” demek istemekteler galiba. Saglik olsun, ne diyelim! Cat Stevens'in kirk yillik bir sarkisinin dedigi gibi “Morning has broken”, yani safaktayiz! ********************************************** GERCEK SUFI, KADINI BOYLESINE ASAGILAYABILIR MI? Eger Tugrul Inancer “Tasavvufcu” ise Rabia, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan ne oluyor? LATIF BOLAT Cok enteresan sekilde tasavvufun, kadina hakaretin ve ilk kadin tasavvufcu Rabia'nin adinin hep birlikte anildigi gunlerdeyiz. Her alanda “at izinin it izine karistigi” o Kafka'msi zamanlar bunlar. Ilk kadin Sufi, ve Sufiligin en erken onculerinden biri olan Rabia'nin adini tasiyan meydanda, Orta Dogu toplumunun en seriatci kesimi kamp yapmis durumda. Turkiyemizde de bunlarin uzantisi sayilabilecek, ve artik simarikligin zirvesine yerlesmis olan sozde “tasavvuf” ve “Islamci” kesimlerin her alanda saldirilarina maruz kalmaktayiz. HAMILE KADINLARA HAKARET SUFILIK OLABILIR MI? Son ornegi de Tugrul Inancer adli sozde Sufi seyhinin hamile kadinlarimizi asagilamasi. Inancer siradan bir Islamci olsaydi sozlerini duymazdik bile veya dikkat etmezdik dediklerine. Ama Tugrul Inancer, Seyh Muzaffer Ozak zamaninda unlenmis olan Cerrahi tarikatinin buyuk ogretmeni ve ruhani lideridir. Yani oylesine kucuk bir sahis degildir. Hele de tum dediklerini “Tasavvuf” adina yaptigi icin, hamile kadinlarimizla ilgili sozlerine cok dikkat etmek gerekir. Cunku onlar bin yillik Turk tasavvufunun guzelim mirasini yiyen hovarda mirasyedilerdir. Cerrahiler esas olarak sehirli kitleler arasinda ve ozellikle de Islamci aydinlar arasinda taraftar bulan, ve kanunen yasak oldugu halde cok acik sekilde faaliyet gosteren onlarca Turk tarikatindan biri. Istanbulda herhangi bir taksiye binin ve “beni Cerrahi tekkesine gotur” deyin, bilirler orasini ve sizi gotururler hic zaman kaybetmeden. Bu cevrede unlu sarkicilar, is adamlari, dogrudan Islamci olamayip idare eden onde gelen sozde aydinlar bulunmaktadir. KAVRAM KARGASASINDA YUCE ERENLERIMIZ KAYBETMEKTE Turkiye'de tasavvuf deyince aklimiza ilk gelenler Yunus Emre, Mevlana, Niyazi Misri, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Ahmed Yesevi ve bunlar gibi gecen bin yilimizin karanligina aydinlik getirmis olan gonul erenlerimiz gelir. Kadinlarimiza hakareti hem de kahkahalar esliginde layik goren Tugrul Inancer'in de ayni baslikla “tasavvufcu” olarak anilmasi kadar buyuk bir hakaret olamaz yukarida saydigimiz atalarimizin aziz hatirasina. Aynen Islamcilik adi altinda yaklasik bin yildir Islamin ozunu unutturup, kendi yaptiklari tanimi asil Islamin taniminin yerine gecirenlerin sahtekarligi gibi, Islamin mistik ozu olan tasavvuf ve Sufiligi de sahtekarca tanimlar ve laf kalabaliklari ile igdis edenlere du=ikakt etmemiz gerekir. Bunlarin tasavvufu, Eminonunde geceleri satisa cikan cakma Versace cantalari ve korsan DVD filimlerinden ote gidemez. INANCER'IN TASAVVUFCULUGU KORSAN DVD'CILIK GIBIDIR Nufusumuzun yarisi olan kadinlari asagilamayi marifet zannedenlere “tasavvufcu” veya “Sufi” gibi onurlandirici lakaplarla hitap etmek basta bu yolda canlarini veren Nesimi, Pir Sultan, Niyazi Misri ve Hallaci Mansur gibi gercek tasavvuf erenlerinin kemiklerini sizlatacaktir. Aynen sozde Musluman kardesler veya islamci terrorist orgutlerin yaptiklari her kotu eylemde ille de “Allahu Ekber” nidasi kullanmalarinin sahtekarligi gibi birseydir bu. Gercek tasavvuf, tarih boyunca zulme karsi cikmis, kadinin yuceltilmesine calismis, bu yolda Osmanli padisahlari ile bile takismayi goze alip can vermis erenlerin yoludur. Bu yolda sehit dusenlerin guzel hatirasina saygi geregi, kadinimizi asagilayan Tugrul Inancer'e tasavvufcu veya Sufi dusunce adami gibi yuceltici lakaplari hediye etmenin hicbir geregi bulunmamaktadir. Onun gibiler, bu tur yuceltmelere layik degillerdir ve hic olmamislardir tarihte de. EDIP HARABI: “EY MUHAMMED BIZE NOKSAN DIYORLAR” Belki de Tugrul Inancer'e en iyi cevabi yuz sene oncesinin buyuk tasavvufcusu Edip Harabi daha o zamandan vermistir zaten, bir kadinin agzindan sunlari soyleyerek: “Peygamber esleri noksan olur mu? / Noksan diyen erler Hakki bulur mu? Böyle kem söz erden hiç umulur mu? / Kim dogurdu bunca evliyalari? Gerçi kiyafette size uymayiz. / Hakikatte sizden geri kalmayiz. Malumunuz olsun erden saymayiz. / Bize noksan diyen budalalari. ************************************************ “Urfa Kerkük'ün dayisinin kizidir” KUZEY IRAK'IN BOP'A KURBAN EDILEN TÜRKMENLERINDEN FERYAT! “Kalmadi Kerkük'te simdi eski hoyrat çagiran”
LATIF BOLAT AYDINLIK'TAN KÜÇÜK BIR HABER: “Önce bayraklarini diktiler ardindan AKP'yle anlasma yaptilar... AKP Hükümeti Barzani'yle yaptigi petrol anlasmalariyla Irak'in kuzeyindeki Türkmen bölgelerini fiilen Kürdistan yönetimine terk etmis oldu. AKP Türkmen kentlerini ele geçirmeye çalisan Barzani'ye büyük bir koz verdi. “ KIRK YIL ÖTELERDEN BIR ANI: “Altin hizma mulayim, seni haktan dileyim. Yaz günü Temmuz tabak, sen terle men sileyim.” Ruhi Su'nun davudi sesinden dinlerdik bu Kerkük türküsünü de bilmezdik memleketin neresinden oldugunu. Sadece bazi kelimeler farkli idi ve biz bunu yedi bölgeli Türkiyemizin zenginliklerinden biri sanir bagrimiza basip geçerdik bu güzel türküyü. Hele de bu yavas ve hüzünlü agitin hemen ardindan gelen “Yemen Yemen sanli Yemen/Topraklari kanli Yemen” türküsü baslayinca, kendimizi Arabistanin çöllerinde Yemeni savunmak için kizgin günesin altinda susuzluktan sehit olan büyük amcalarimizi hatirlar ve gözlerimiz bugulanirdi. 1970'li senelerin onbinleri biraraya getiren cenaze törenlerinde, bu türküler en güzel ortamlarini ve anlamlarini bulurdu sanki de. BIN YIL ÖNCELERDEN BIRAZ TARIH: Türklerin Mezopotamya ve Anadoluya yayilisinin destansi tarihinin tam orta yerindedir Irakli Türkmenlerin hikayeleri. Birçok tarihçi gibi, Irakli Abdurazzak el-Hasani de Türkmen boylarinin birbirini takip eden devrelerde Irak'a yaptiklari göçlere dikkat cekmis ve bugün Kürt bölgesini Arap bölgesinden ayiran yerlerde yasayanlara Türk ve Türkmen adi verildigini yazmistir. Bunlar kuzeybatidan güneydoguya uzanan bölgede, Telafer'den baslamak üzere, Kerkük, Altunköprü, Tuzhurmatu, Kizlarbat ve Diyale vilayetine bagli Mendeli'ye kadar olan sahayi kapsamaktadir. Türkmenlerin Irak'a yerlesmelerinin birinci dönemi, bu ülkeye ilk defa ayak bastiklari 674 yilina kadar uzanir. Abbasiler de savas ve çarpismalardaki kudret ve maharetlerinden dolayi Türkmenlerden yararlanmislardir. Ileri sürüldügüne göre Halife el-Mansur, ilk hilafet döneminde Türkmenleri istihdam etmistir. Özellikle Halife el- Mutasim Türkmenlere büyük güven besledigi için göçlerin ardi kesilmemistir. Ikinci ve en önemli dönem Selçuklu devresinde sürüp giden göçlerle olmustur. Sultan Tugrul Bey'in 25 Ocak 1055 yilinda Bagdat'a girisi ve Halife el-Kaim'in saltanati kendisine birakmasiyla, binlerce Türkmen de Irak'a girmis arkasindan öbek öbek Türkmenler Irak topraklarina yerlesmeye baslamistir. KERKÜK'TEN BIRKAÇ HOYRAT, BIRKAÇ MANI: “Urfa Kerkük'ün dayisinin kizidir” der büyük Türkmen folkloristi Ata Terzibasi. Öylesine ki, Ba g dad ve Kerkük radyolarinda duyulan hemen bir ç ok Türkmen hoyrati ve türküsü Urfa'lilarin da dilindedir. Urfa'da söylendigi zaman bile, bu türküler Kerkük aksanini tasirlar. Gerek ritimleriyle ve gerekse makamlariyla bunlarin Türkmen türküleri oldugunu hemen anlariz: “Daraman köprüsü Hasan, dardi geçilmez./ Sulari savigti neynim, bir tas içilmez. Anadan geçilir yavrim, yardan geçilmez./ Hasan, yardan geçilmez. Atma seni Debreli Hasan daglar bilmesin./ Zaman döndikhçe yavrim, ismin söylensin.” Yine Ruhi Su'nun bas bariton sesinden hatirlariz bu türküyü, Ankara'nin ve tüm Türkiye'nin mücadele meydanlarindaki milyonlarin dilinde. Urfa ile Kerkük'ün özel bir iliskisi vardir bu hoyratlarda ve türkülerde. Kerküklü için Urfa bir baska özeldir ve güzeldir: “Urfa sertti alinmaz./ Dibi dasti delinmez. Urfa'nin gözelleri, / Hiçbir yerde bulunmaz.” Urfa müziginin en önemli formlarindan biri olan Urfa divanlarinin en güzel örneklerini, yine Kerkük'te bulabiliriz. Mesela su divan bize geçen yüzyilin ortalarindan, bizde de meshur olan “Yallah soför apar meni” türküsünün ilk okuyucusu Erbilli Mehemed Ahmed'in gür sesinden ulasir: “Baglayin zincirleri kaçmasin divaneler./ Mullalar camiye kapandi, çöl kaldi meyhaneler. Dervise tekke verildi serhosa meyhaneler. / Bülbüle gülsen verildi baygusa viraneler.” HEPIMIZ KERKÜK'LÜ, MUSUL'LU, TELEFER'LI, TUZHURMATLI'YIZ! Son on senedir, ABD'nin BOP projesinin ilk kurbani olarak seçilen Irak halkinin gözde evlatlari Türkmenler, Kuzey Irak'taki Barzanistan'in kurulmasinin en büyük kaybedeni oldular. Hatirlarsaniz, Barzani pesmergelerinin Kerkük'ü isgalinde yaptigi ilk is, Kerkük Tapu Idaresinin kayitlarini yakmak olmustu. Bunu Aydinlik'ta defalarca duyurmustuk ve tüm dünya gözlerini kapamisti bu etnik temizleme operasyonuna. Iste bundan yillar sonra, simdi de Kerkük ve diger Türkmen kentlerinin tüm dogal kaynaklari, AKP eliyle Barzanistan'a hediye edilmektedir. Halbuki su hoyratlardaki memleket sevdasi ve yurt özlemi baska nerde bulunur Türkmen ellerinden öte: “Kerkük'liyem siz bilin. / Keserem düsman dilin. Neft döküp yandirsalar. / Terk etmem Türkmen dilin.” Gerek ABD askerleri gerekse Barzani pesmergelerinin elinde, hemen her gün katliama ugradigi için gazete sayfalarimizdan adi düsmeyen güzel Telafer'in su insancillik dolu manisi, Kuzey Irak'taki Türkmen dostlarimizin feryatlarini ulastirmaktadir bizlere: Telle'fer yurt ocagi. / Türkmandi dört bucagi. N'oli sakhlasa meni. / Bir gece yar kucagi.” ******************************************************** 60 YIL ÖNCESINDEN BIR ASIK ALI IZZET ÇAGRISI: “Ahir zaman kahramani Atatürk/Türkiye'nin hali yaman oldu gel!” LATIF BOLAT Onlar milli bedenimizin damarlariydilar.Iyi günümüzün kötü günümüzün tarihe not düsenleriydiler. Türkler daha Islamla tanismadan yüzyillarca önce, göktanri ile aramizi bulan kutsal samanlarimizdilar. Eger Gobi çöllerinde, Tanri daglarinda yaptiklarimizi, duygularimizi, tasalarimizi onlar destan ve türkü haline getirmeselerdi, o zamanki hallerimizi bugün hiç bilemeyecektik belki de. Ya o yüzyillar süren göçlerimizin hikayeleri? Iran yaylalarindan Anadolunun bozkirlarina, Malazgirt'ten Menderes kiyilarina uzanan ve hiç bitmeyen gidislerimizin maceralari? Onlar kayit altina almasalardi, bugün bizler hiçbirsey hatirlamaz olacaktik modern dünyanin bu hengamesinde. HAL VE AHVALIMIZIN SANATKARANE SAHITLERI ASIKLARIMIZ Onlar asiklarimizdi. Dede Korkut günlerinden baslayip Mahzuni Serif'e uzanan bir zengin kültür zincirinin hiç bitmeyen altin halkalariydilar. Kimi elinde sazi daglardan daglara kosturdu dogru bildigi yolda Pir Sultan Abdal gibi. Kimi yarin yanagindaki gülü koklayabilmek için obalardan obalara dolasti durdu Karacaoglan misali. Yüzyillarin yükünü kaldirdilar asiklarimiz da modernlesmenin getirdigi degisimin ilk kültürel kurbani olmanin yükünü kaldiramadilar. Özellikle de televizyonun bizi esir almasiyla büyük ölçüde tarihin sayfalarina serpistirildiler. Yilmayan ve direnen bazilari hala elinde sazi dolasmakta biryerlerde belki de. ASIK VEYSELIN KADIM YOLDASI ALI IZZET Iste bunlardan biriydi Asik Ali Izzet. Geçtigimiz yüzyil içinde dogdu, bakti, gördü, anladi, çaldi, söyledi ve eyvallah deyip aramizdan ayrildi gitti. Sosyal degisimi ve günlük politikanin insanimiza ettiklerinin en yakin sahitlerinden biri olarak tarihe notlar düstü. Demokrat Parti'nin baskilarinin alip basini gittigi 1950'li yillarda memleketin her yanini elinde sazi ile dolasip durdu ve gözlemlerini taslamalariyla iktidara sakinmadan bildirdi. Bunlari okuyunca aradan geçen altmis seneye ragmen degisen birsey olmadigini görmek insani gülümsetecek kadar garip geliyor bugün. Mesela su satirlar hemen kendi zamanlarimizi akla getirmiyor mu:
Demokrat Parti'yi gözel kiz sandik/Çirkin çikti, kahpe çikti, dul çikti. Alnim açik yüzüm ak dedi kandik/Yüzü kara çikti, basi kel çikti. Bakin hallarina su milletlerin/Açin kapisini adaletlerin Mehdi diye gözledigimiz zatlarin/Koltugundan haç put çikti nal çikti. Al'Izzet ne dersin git sazini çal/Hikmete karisma tez gelir zeval Celallenip Celale gelen Celal/Fitne çikti, Deccal çikti, mal çikti.
KURTULUSUN ADRESI VE ÖNDERI BELLI: MUSTAFA KEMAL Asik Ali Izzet Demokrat Partinin fasist rejiminden kurtulmanin adresini de çok iyi tesbit etmisti ve bu adrese, Atatürk'e, memleketin durumunu sikayet edip yeniden bir milli mücadeleye önderlik etmesi için sesleniyordu: Ahir zaman kahramani Atatürk/Türkiye'nin hali yaman oldu gel. Fitne fesat ellerinde kaldi mülk/Kardaslar kardasa düsman oldu gel! Asil Türk evladi ceza görüyor/Hainin hirsizin isi yürüyor Kitlik geldi, açlik hüküm sürüyor/Aci sogan derde derman oldu gel Ali Izzet Özkan can seni gözler/Öksüz kalan vatan, han seni gözler. Serefli söhretli san seni gözler/Kafir yurdumuza mihman oldu gel.
|
Home :: Bio :: Music :: CDs :: Concert Tour :: Cultural Tours :: Mysticsm :: Press Clips :: Links :: Book :: Türkçe |
www.latifbolat.com :: lbolat@aol.com 4326 Brackenwood Ct, Sarasota, FL 34232 Tel:(941)730-6952 |